27 Mayıs 2016 Cuma

Kuran Psikoloji



KUR’AN AÇISINDAN, VARLIKTA PSİKOLOJİK YAPININ İLK OLUŞUMU drmavi

-------------------

Baş piskopat Şeytan neden var?

İblis Şeytan olarak yaratılmadı
Şeytan ol diye de yaratılmadı.

Meziyetlerle donatıldı;
Melekte Adem'de olduğu gibi...
Hem de nuraniler meclisindeydi.

Ama o kendini seçti, değerler hiçti.

Şeytanın olduğu her yer insan nefsinin olduğu her yerdir.

Şeytanın olduğu hiç bir yer yoktur ki orada bir vukuat olmasın.

Her vukuatta bir şeytan ve şeytanlaşan insan parmağı bulunmasın.

Her insanda psikolojik bir vaka mutlaka var.

Belli Psikolojinin kıyamete kadar çok işi var.

----------------

Rahman’a tam ayna, varlıkların takvimi, en alası…Melekleri ardında bırakmış insan nev’inin en muallası…

Kimi zaman da insan, benlik sevdalısı, nefis ve şeytan yanlısı hatta esasen sultanı olduğu mahlukatın en ednası

İnsan, Kur’an’ın kitaplaşmışı, evrenin canlanmışı…Psikoloji, bu canlı kitabı okumaya çalışan minik bir göz, gözde bir kirpik, kirpikte bir köz… O, İçte bir göz, gözde öz, özde ilahi bir söz haline geldiğinde, “İnsan meçhulünün sırlarını işte şimdi çöz!” mazhariyetine ermiş olacaktır…

<strong><span style="color:#ff0000;">HZ.ADEM, ŞEYTAN VE PSİKOLOJİK YAPI</span></strong>

Ruhun mahiyetinin bilinemez oluşu, akıl, kalp, nefis, vicdan, zihin, bilinçaltı, duygular, düşünceler, davranışlar konusunda tarih boyu, filozofların, mütefekkirlerin, mutasavvıfların, ilim adamlarının ve araştırmacıların farklı yorumlarla açıklamalar yapmalarına sebep olmuştur.Tıp ve psikoloji gibi ilimlerde de insanı hala detaylandırmaktadır.

Sözgelimi sevgi, bir kalp işi midir, akıl işi midir, nefis işi midir? Öfke, nefret, kin, haset, kibir, kaygı, korku, üzüntü gibi duygular, gerçekten sadece duygu mudur? Düşünceyle hatta duyularla ilgi ve ilişkisi yok mudur? Bu konuda kalp masum mudur, nefsin, inanan lar için şeytanın, bilinçaltının katkısı yok mudur? Yoksa sorun sadece beyinden ve sinir sisteminin işleyişinden mi kaynaklanmaktadır? Şehvet dediğimiz zaman, akıl ve kalbi hemen bir tarafa ayırıp, hedef tahtasına şeytanı mı, nefsi mi yoksa her ikisini mi koyalım?

Duygular, düşünceler ve davranışlar, ruhumuzun kendini ifade etme ve gerçekleştirme biçimleridir. Duygu ve düşüncelerin ruh dan ayrı kategorik bir varlıkları yoktur. Ruhun mekanizmaları, işleyen fakülteleri durumunda olan irade, vicdan ve nefsin fonksiyonları ve tezahürleri sayılabilirler.

Bedensel parçalarımız ise soyut duygusal ve düşünsel plan ve proje taslaklarının uygulama alanı, inşaat sahası gibidir. Ancak bedenimizde farklı duyuların ve organların çeşitli görevlerinin olması gibi, ruha ait, işaret ettiğimiz mekanizmaların da aynı şekilde çok farklı, değişken ve kompleks işleyişleri, icraatları olabilmektedir. Duygu ve düşüncelerin belli davranışlarla ortaya çıkmalarında ise, iç oluşumlar kadar dış etkenler de önemli rol oynamaktadır.

İnsan, dairevî bir ruh varlığında, prizma yapısıyla düşünülse, vicdan-kalp ve duygular yönüyle esas olarak Allah’a, akıl-irade, düşünce, bilgi ve nefis yönleriyle de dünyaya olumlu olarak yönelmesi istenmiştir. Duygu ve Düşünce, İnsanın ilk ve en önemli varlık gerekçesidir. Melek, cin, ruhaniler, madde dünyası var edilmişti ama henüz düşünen insan yoktu. Düşüncenin ana malzemesi bilgiyle donatılan Hz.Adem, bu düşünce evrenine adım atarken, varlık da gerçek anlamını bulmuş, ilk düşünen insan, bir Peygamber olarak gönderilmişti.

İman ve ibadet mükellefiyeti, Kur’an’da çok tekrar edildiği gibi akıl sahibi, aklını kullanan ve düşünen varlıklar yani insanlar ve cinler içindir. “Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler (ve tanısınlar) diye yarattım” (51/56) ifadesi, insanın yaratılış amacına farklı bir anlam yüklemektedir; o da, ibadet sorumluluğunun ve Allah Kültürüne sahip olmanın ancak Kalp ve duygularla, akıl ve düşün celerle mümkün olduğudur. Bu yüzdendir ki Peygamberimiz (S.A.V.)düşünceyle ibadeti eşdeğer hatta üstün tutmuş, evreni anlatan ayet leri okuyup da düşünmeyen ve duygulanmayan insanı kınamıştır.

Düşüncenin ana ilgi alanı Allah Kültürü olmalıdır. Çünkü bütün varlık O’nun eseridir. Evren ve insan O’nun; İlim, İrade ve Kud ret sıfatlarının ürünüdür. O’nu düşünmek, O’nu O’na uygun tanımak, aslında evreni ve insanı gerçek anlamıyla düşünmek ve tanımak anlamına gelir. Bu perspektiften bakınca, insanın (Kur’an’la beraber) evreni ve insanı bütün yönleriyle düşünmesi, tanıması ve Yaratıcısıyla ilişkilendirmesi, bir yaratılış amacı ve kulluk görevi olmaktadır.

Allah adına, Allah’ın var ettiği dünyayı ve o dünyayı mamur hale getiren, düşünen insanı düşünmek ve tanımak! Bu bakış açısıyla insanın, iç dünyasındaki çatışmalara yaklaşmak, hayat mücadelesinde ve insanlarla ilişkilerinde karşılaştığı problemlere çözüm aramak, daima insan ve toplumu mutlu edecek yöntemler geliştirmek, böylece düşüncenin hakkını vermek temel hayat felsefemiz olmalıdır.

Kur’an açısından düşüncenin, varlık platformunda ilk şekillenmesine baktığımızda, karşımıza temelde şu ana alanlar çıkmakta dır: Cenab-ı Hakk’ın ayetlerdeki beyanları (ki biz bunlara “İlahi Düşünce” gibi bir kavram kullanmayı uygun bulmuyoruz), melekî düşün ce, insanî düşünce ve şeytanî düşünce. Melek tamamen olumlu-pozitif düşüncenin, şeytan tamamen olumsuz-negatif düşüncenin tem silcisi olarak karşımıza çıkar. Adem ise, her iki düşüncenin kaynağı olabilecek bir yapıya sahip bulunmaktadır. Nitekim olumsuz duygu ve düşünce, ilk kez Peygamberde değil, oğlunda tezahür eder.

Allah, meleklere:

“Ben yeryüzünde bir Halife (düşünen ve yöneten insan) yaratacağım” (2/30) demişti. Bu beyan düşüncenin eylemden önce nasıl bir proğramlayıcı olduğunu göstermektedir. Melekler, Allah’ı tesbih ve takdis ettiklerini ve kan döken, anarşi çıkaran insanın yaratılışının hikmetinin ne olduğunu sorarak, olumlu ilk bakış ve düşünce örneğini sergilerler. Bu yaklaşım şekli de, eylemin düşünce meydana getirdiğinin ifadesidir.

Melekler bu düşünceleriyle insanın, olumsuz bütün hallerinin, ancak Allah’a yönelmekle, O’nu tanıyıp, tesbih ve takdir etmekle önlenip, olumluya yönlenebileceğine parmak basmış oluyorlar. Ne var ki iyi niyetli her düşünce ve bakış, isabetli olmayabilir ya da yetersiz kalabilir. Melekler düşünce ve eylem üretmekten çok, uygulanacak olumlu eyleme göre şekillendirilmiş saf güzellik ve iyilik temsilcisi varlıklardır.

Allah: “Ben sizin bilemeyeceğinizi bilirim” diyerek, meleklere, Adem’e öğrettiği (Allah’ın kendi isimlerine, İnsan yapısıyla ilgili bilgilere, varlıklara, eşyaya, nesillere vb. bilgileri) isimleri sordu. Onlar bilemeyince Adem’e sordu, o bilince de meleklere: “Dememiş miydim?” dedi. Bu diyalog, olumlu düşüncenin ve yorumun, güvenilir kaynaktan gelen doğru bilgiye dayanması, öncelikle de araştırılması gerektiğinin dersini vermektedir.

Burada dikkatimizi çeken bir konu şudur. Tefsirciler Adem’e öğretilen bilgi konusunda genellikle dünya hayatına ait eşya isimleri şeklinde görüş bildirirler. Şüphesiz bu da bütünün bir parçası olabilir. Ancak Her Peygamber başlı başına insan eğitimcisidir. Bu da onların insanın psikolojik yapısıyla ilgili her konuda temel kavrayış gücüne sahip bulundukları anlamına gelir.

Öte yandan öğretilen isimlerin başında Allah’ın isimlerinin olduğu da düşünülebilir. Esmayı Hünsa çoğunlukla dua amaçlı okunur ve bu güzel bir uygulamadır. Ne var ki asıl olan bu anlamların muhtevalarını kavramak ve insanın hem kendi ruh dünyasında hem de insanlar arası ilişki ve iletişimlerde gereklerini uygulamaya çalışmak olmalıdır. Allah’ın her güzel ismi aslında hem insanın psikolojik hayatına hem de insanlar arası iletişimde denge ve verimlilik kazandıracak temel hayat taşlarıdır ve insanlara en mükemmel davranış modellerini sunmaktadır.

Peygamberlerle beraber Peygamber Efendimizin de insanlara güzel örnek olarak gösterilmesinin temelinde, Allah’ın bütün güzel isimlerinin en üst düzeyde temsil etmeleri ve insanlara örnek davranış modelleri sunmalarıdır.

Ayetlerde bu önemli bilgi konusuna dikkat çekildiği gibi ayrıca duygu ve düşünce saplantılarına girerek, bozgunculuk yapma, fesat çıkarma gibi yeryüzündeki olumsuz eylemlere karşı insanoğlunun bilgi gibi güçlü bir alt yapıya ve desteğe sahip olduğunun, bunun kıymetinin bilinip değerlendirilmesinin uyarısı da yapılmış yapılmaktadır.

İnsan öncesi bu ikinci diyalogda, dünya ve insan hayatının üç temel kavramı işlenmektedir: Bilgi, Düşünce ve Eylem.

Kur’an’a göre ilk diyalog “Elestü birabbiküm!..”(7/172) ile Allah ve ruhlar arasında gerçekleşmiştir. Allah bilgi sahibidir, bir insan yaratmayı dilemiş, ilim planında var etmiş sonra da varlık alemini ve sonra Adem’i yaratmıştır. Aynı sıralama Adem için de geçerlidir. Allah onu duygu sahibi bir varlık olarak yaratıp bilgi vermiş, düşünmesini sağlamış ve eylem için dünyaya göndermiştir.

<strong><span style="color:#ff0000;">ŞEYTANİ DÜŞÜNCE TARZI</span></strong>

Şeytani düşünce tarzı, duygusal bir boyut kazanarak bu aşamada devreye girmektedir. Allah, anatomik harika yapısı, bilgisi ve misyonu ile mükemmel yaratılan bu, sanat şaheseri ilk düşünce modeli karşısında, meleklerden secde etmelerini ister. Bu, o güne kadar melekler arasında, cin türünün ilk baba-örneği olarak ve İblis ismiyle (18/50), ayrıcalıklı bir konumda bulunan şeytanın, olağanüstü bir Ego-Ene-Benlik patlaması yapmasına yol açar. Bu aslında iç benliğinde, bir tohum halinde sakladığı preslenmiş olumsuz duyguların ortalığa saçılması, negatif karakter yapısının şekillenmesidir.

Şeytan bir anda mı isyan ve inkar psikolojisine girdi, yoksa bekraundu var mıydı? Bir ayet bu konuda bize ışık tutabilir. Ayet, ‘Biz sizi yarattık, sonra süretten sürete şekillendirdik, sonra meleklere secde emrettik, hepsi etti iblis secde etmedi…”demektedir (7/11). Diğer ayette, Allah yaratmadan önce, meleklere balçıktan bir insan yaratacağını, ruh üfleyince secde etmelerini bildirir, sonra secde em ri gelir. Şeytana secde etmeme sebebini sorunca da, çamurdan yaratılmış olduğunu gerekçe gösterir (15/28,33).

Öyle anlaşılıyor ki, şeytan, meleklerin içinde olduğundan, Adem’in yaratılmadan önce gündeme gelişinden haberdardı, belki de kendi aralarında, beşerin yaratılışı ve özellikleri konusunda konuşmalar (Mele-i Ala’daki konuşmalar (38/69) geçiyordu. Şeytan, daha o zamandan, içinden kuruluyor, “Onu tanımayacağım!” diyordu. Adem’in şekilden şekle tedrici yaratılışının safhalarını izleyebiliyordu, Adem şekilden şekle girdikçe, iblis de şekilden şekle giriyor, hınçlaşıyor ve kendisine bir rakip hazırlandığı düşüncesiyle onu tanıma ma azmini zaten içinde oluşturuyordu. “Onu topraktan yarattın!” şeklindeki yaklaşımı da, Ademin yaratılışının ve kendisine topraktan bir rakip olarak hazırlanışın farkındaydı ve ona diş biliyordu. Ona saygı göstermemeye de muhtemelen kararlıydı.

Basit görünen bir düşünce kıvılcımı, duygu yangınına ve isyan eylemine yol açar. Negatif duygular, negatif düşünceyle ilk kez şöyle dillenir:

“Şuna da bak! Sen bunu mu benden üstün yaptın?”,

” Ben ondan üstünüm, onu topraktan beni ateşten yarattın!” (7/ 12, 17 /61-62).

Şeytan ikinci fıtrat kazanır ve bunu benimser. Çünkü zaten böyle bir şeye hazırlıklıdır o. Artık mahiyetinde her an kötülük fikri ve onu yayma yemini hakim olacaktır.

Çünkü şeytanda ilk kez olumsuz bir kısır döngü (Fasit daire) oluşmuştu. Kibri ve kendini üstün görmesi, ardından secde etme mesiyle halkalar oluşmaya başlamış, bu Allah’a isyanla devam etmiş ve her an kötülük yapacağına yemin ederek, Allah’a değil kendisi ne onay vermiş, egosunu zemberek gibi kurmuş, olumsuzluklara programlamıştır. Bu talep de Allah tarafından kalbinin mühürlenmesi şeklinde onaylanmıştır.

Artık Şeytanın düşüncesinde iyilik kavramına yer kalmamıştır. Bu güneşe benzer. Atomlar sürekli parçalanır ve sürekli yenilenerek enerji üretilir. O da sürekli kötülük üretmeye başladı. Bir insan, geçici öfke halinde kudurmuş gibi olur, etrafına saldırır, kırar döker, parçalar, sonra da sakinleşir. Şeytanın her hali böyledir. Bir farkla ki şeytan en öfkeli halinde bile akli muhakeme ve muvazene gücünü kaybetmez.Ama Tövbe etmeyi aklının ucundan bile geçirmez. Oysa Adem tövbe-istiğfar duygusuyla ve Allah’a secde ile bu kısır döngünün oluşmasına meydan vermemişti.

Anlaşılıyor ki şeytan, Adem’den farklı olarak, sadece düşünce ve eylem varlığı olmayı tercih etmiş, secde etmeyi ret ederek, itaat ve hayra yönelik bütün duygularını adeta kısırlaştırmıştır. Hadım olan insanın fonksiyon yitirmesi gibi, şeytan tamamen bir inanç ve iyilik özürlü bir varlıktır. (Cin süre sinde, cinlerin inanmasından teslim olmasından söz edilir)

İsyan edip secde etmeyen şeytanın birincil duygusu, sahip olduğu kendince yüksek değerleri kaybetme endişesi olabilir. Çün kü o da, Adem gibi, meleklerden farklı olarak bazı mahiyet özelliklerine, kapsamlı bilgiye ve üstün yeteneklere sahip bulunuyordu. Kıya mete kadar ölüm tatmayacak tek varlık olması (17/62, 38/79-81), insanların göremediklerini görmesi, vesvese verip nefisleri, duygu ve düşünceleri etkilemesi, peygamberlere bile müdahale etmek istemesi gibi ( 7/27, 15/39, 22/52-55)

Bu avantajları onda kibir, kendini beğenme, üstünlük taslama gibi ikincil duyguların beslenmesine yol açmış, Ademin bir rakip gibi karşısına konması, bir de secde edilmesinin istenmesi, onu büsbütün çıldırtmış, duyguları kararlı isyan düşüncesine dönüşerek, inat ve israrla isyan bayrağını açmış, artık o, kendince bir ilk ve varlıkta olmayan orijinal bir şey olmuştu.

Belki da ona en cazip geleni de buydu: İlahlığa alternatif oluşturmak, dişine göre bulduğu insanlık varlığıyla kıyasıya savaş mak! Böylece kendisini kanıtlamak ve tatmin olmak!..Adem belki de sadece bir sebep olmuştu, böyle bir fırsat kolluyordu, bulunca tam zamanı dedi ve adeta kötülüğün tek ilah adayı gibi varlık piyasasına çıkıverdi. Benzer çıkışın insan temsilcisi bilindiği gibi Firavundu…

Şeytanı böylesine cüretkar kılan şey herhalde, Melekler arasındaki tek orijinal model olmasıydı. Bu onu özgün ve farklı kılıyordu.Yaratıcı olamayacağını bildiği için, yaratıcıdan sonra ilk ve tek olma düşüncesine kapılacak kadar ayrıcalıklı donanımı vardı. Yaratıp var edemiyordu ama yaratılan bütün insanların varlık amaçlarını yok edebilirim diye düşünüyordu.

Şeytanın asıl kahredici azgın duygu tabanlı saldırgan düşüncesi bundan sonra kendini gösterir, çünkü artık o yeminli bir olumlu düşünce baş düşmanı olmuştur. Azgınlığın uç noktasına vardırdığı insana tepkisini, ültimatom çeker gibi Allah’a karşı küstahça şu şekilde yöneltir:

“Yeryüzünde günahları kullarına süslü gösterecek, onları azdıracağım” (15/39),

“Doğru yolun önüne oturacağım; önlerinden, arkalarından, sağlarından sollarından sokulacağım, çokları şükredenlerden olmayacak” (7/17).

Şeytan sanki gelecekten haber vermektedir. Ve kesin bir dille konuşmaktadır. Bu kudurmuş bir öfke halinde söylenmiş heze yanlar mıdır? Yoksa, meleklerin “Fesat çıkaracak, kan dökecek insan mı yaratacaksın?” diye sormalarının altında yatan, insan hakkın da bildikleri gelecek bilgiyi mi biliyordu!..Ya da bir taraftan kendi gücüne ve yeteneklerine bakmış diğer taraftan da insandaki zayıf noktaları iyi keşfederek; “Ben bunun hakkından rahat gelirim!” demiş, nefis istekleri karşısında onun cılız bir rakip olacağını düşünmüştü…Haklı da çıkmıştı!..

Şeytan da olsa doğru söylediği anlar olabilir. Sözgelimi ihlaslı kulları azdıramayacağını itiraf eder (38/75) Bir ayette Allah, şey tanın tahminin doğru çıktığını, azgınlaşan insanları (Sebe) örnek göstererek hatırlatmaktadır (34/20).

Tamamen menfi duygu ve düşünce fasit dairesine hapis olan ve kinle dolup taşan şeytan, hadislerin de belirttiği gibi, insanın kalbine, aklına ve nefsine doğrudan ve sürekli uydu yayını yapar gibi, bin bir koldan çeşitli yöntemlerle yaklaşarak, olumsuz duygu ve düşünceler gönderebilmektedir.

Ne var ki şeytanın yaptırım gücü bununla sınırlıdır; sadece duygulara kurşun atabilir, düşünce oklarını gönderebilir. Şayet insan kalbini inançla zihnini bilgiyle donatır, uzmanlardan, olumlu kitaplardan ve güzel arkadaşlarından destek alırsa, bu zehirli oklara karşı güçlü bir dalgakıran gibi, kalkan oluşturmuş, duygu ve düşüncelerini koruma altına almış olacaktır.

Şeytanın en büyük taarruz alanı, başkonsolosu ya da lokomatifi olarak gördüğü nefistir. Çünkü nefis, insanın en zayıf tarafıdır ve akıl gibi bir muhakeme gücüne sahip değildir. Kalp ve vicdan gibi derin ve güçlü duygusal bir bağlantısı da yoktur. Nefis, helal haram tanımaz, doymak bilmez. Özellikle yeme içme, cinsellik, mal, makam ve şöhret tutkusu, şeytanın ağzını sulandıran başlıca nefsani boşluklardır. Şeytanın, bu yönlerden vurduğu insan, inanç ve düşünce planında bloke edildiği için, kolayca olumsuz davranışlara yönlenebilmektedir. İnsan öncelikle şeytanın maşası olan nefsin elinde dizginlenmiş ve zincire vurulmuş kalbini ve düşünce dünyasını özgürlüğe kavuşturmalıdır.

Şeytan, intikam duyguları içinde insana, karşı yapacağı düşünce savaşlarının tetiğine basmadan önce, iki kez diyalektik manevra yapmıştı. İlkinde, kendisinin ateşten, Adem’in topraktan yaratıldığını ve ondan üstün olduğunu savunarak, Allah karşısında bir mantık oyununa girmişti. Diğerinde ise yine Allah’a karşı sinsice bir plana girişmiş, laf oyunu yapmış, mahşere kadar ömür verilmesini istemiş fakat kıyamete kadar izin kopartabilmişti.

<span style="color:#ff0000;"><strong>ŞEYTANIN İLK PSİKOLOJİK TAARRUZU ÜÇ CEPHEDE SAVAŞ BAŞLATMASI
</strong></span>

<em><strong>1 EBEDİ HAYAT - VAROLUŞ ARZUSU</strong></em> - Kalbî hissî

<em><strong>2 SALTANAT - ZENGİNLİK ARZUSU</strong></em> - Aklî ilmî

<em><strong>3 YEME İÇME - CİNSELLİK ARZUSU</strong></em> - Bedenî nefsanî

İnsana karşı giriştiği ilk taarruzu, Adem ile Havva’nın duygularına hitap ederek, düşüncelerine yasak meyveden yemeleri fikrini verme şeklinde gelişti (7/22). Ona göre yasak ağaç, sonsuzluk, meleklik ya da meliklik-saltanat (20/120) ağacıydı. Ondan yedikleri takdirde sonsuza dek cennette kalacaklar veya melek olacaklardı. Ya da belki de Adem’e yeryüzünde tek sultan ve hakim sen olacaksın diye, halifelik misyonunu hatırlatarak kandırmayı düşünüyordu.

Bir insan için sonsuza kadar cennette kalmak, melek olmak ya da yeryüzü kralı olmak ne demektir? Şeytanın fısıldadığı bu konu, soru haline getirilip günümüz insanlarına sorulsaydı ne cevap verirlerdi? Herhalde vicdanı sönmemiş aklı çürümemiş hiç bir insan (melekliği bilemeyiz ama ) sonsuzluk ve sultanlık konusunda buna hayır diyemezdi!..Şeytan ilk kumpasında tam isabet yapmıştı. En azından insanı çok iyi okumuş, kendince gördüğü bu boşluğundan ve zayıf tarafından yararlanmak istemişti. (7/20).

Şeytanın burada insanı çok iyi tanıdığını, çözdüğünü, okuduğunu ve insanın mahiyetindeki makam sevgisini, sonsuzluğu ve ölümsüzlüğü isteme duygusunu tespit edip düşünce oyunlarını bu yöne teksif ettiğini görüyoruz. Ve şeytan dünyaya inmeyi beklemeden, insana karşı taarruz planlarını hazırlamış bir bir uygulamaya koymaktadır.

<span style="color:#ff0000;"><strong>ŞEYTANIN CİNSELLİK BOŞLUĞUNU KULLANMASI</strong></span>

İnsanın en zayıf taraflarından biri de yeme içme ve cinsel yönüdür. Şeytanın tuzağını son derce profesyonelce kurduğunu söyleyebiliriz. Sonsuzluk ve sultanlık gibi insanın duygu ve düşünce dünyasını harekete geçiren ve nefsini uyandıran bir düşünceyi, Adem ile Havva’ya iletmiş, sonra da son adım olarak yasak meyveye uzanma eylemine davet etmişti. Kur’an, şeytanın onları elbisesiz bırakmayı, ayıp yerlerini göstermeyi, böylece cennetten çıkarmayı planladığını bize anlatır(7/27).

Asıl amacı ise kendince düşmanını, esas savaş alanı ve arenası olan dünyaya çekmek, orada hesaplaşmak ve işini bitirmekti. Çnkü bunu planlamış ve azmetmişti. Ve bir ikisiyle hıncı dinecek gibi görünmüyordu, cehennemin büyüklüğüne göre insanları dolduracaktı. Açıkça süslü bir yalan söylemişti, çünkü Allah’a karşı ben üstünüm diye ilk yalanını zaten savurmuştu.

<span style="color:#ff0000;"><strong>ŞEYTANIN DÜNYA SAVAŞLARI</strong></span>

Şeytan İkinci duygu ve düşünce savaşını, ilk kez yeryüzünde vermiş, bunu Kabil cephesinde yerini alarak göstermiş, adeta Allah’a karşı hırsla verdiği baştan çıkarma andını yerine getirmişti. Yeryüzünde meydana gelen ve sonu kan dökmekle sonuçlanan bu ilk duygusal muharebe, deyim yerindeyse bir kız yüzünden başlamıştı.

Şeytan ikinci kez insanoğlunun karşı cinsel olan tutkusunu kullanıyordu. Kabil, cennet kokusunu henüz üzerinden atmamış Peygamber bir babanın evladı olduğu halde, aslında kardeşi Habil’in eşi olabilecek, aynı batın ikizi, kız kardeşini arzulamaktadır. Bu ilahi yasağı bilerek çiğnemekte israrlı olan Kabil, babasının Allah’a hediye sunma önerisini zoraki kabul eder. Sonuçta Habil’in hediyesi kabul edilince, şeytanda hortlayan tepki duyguları, kıskançlık ve inat Kabilde de uyanmış, intikam peşine düşerek kardeşini öldürmüştü (5/30).

Kur’an’da bu olayda, şeytanın doğrudan müdahalesinden bahsedilmez. Ama şeytanın, insanları baştan çıkarma konusunda ettiği yemin hatırlanırsa, böyle bir olayda parmağının bulunmadığı da düşünülemez.

Şeytanı böylesine deyim yerindeyse kapsamlı bir özgüven içinde insanları cehenneme doldurma andını içmesindeki temel espri, zati olarak sonsuz bir kudretin kendisinde bulunduğuna inandığından değil, insanın nefis haritasını çok iyi okuduğuna boşluklarını fark ettiğine olan güveninden kaynaklanmaış olabilir.

<span style="color:#ff0000;"><strong>Hz. ADEM VE PSİKOLOJİK DÜŞÜNCENİN OLUŞUMU:</strong></span>

Konuyu, ilk düşünen insana, Hz.Adem’e getirecek olursak, onun şu üç yönünü ön plana çıkarmak mümkündür:

<span style="color:#0000ff;"><strong>1-Birincisi, salt akıl ve bir düşünce insanı olarak Hz.Adem’dir.</strong></span>

Bu yönüyle o meleklerin bilemediği zengin hikmet ve bilgilerle donatılmış, kendisine yeryüzü halifeliği ve hakimiyeti misyonu verilmiş ve temsil ettiği üstün manaya secde edilmesi gibi bir iltifata mazhar olmuştu. Böyle zengin bilgi ve hikmet, halifelik ve dünya neslini başlatma gibi yüksek, ilk ve orijinal mazhariyetlere ve görevlere sahibi olan Adem’in, cennette bile olsa, o aklı başında taşırken yoğun düşüncelere dalmaması düşünülemez.

Hz.Adem’in ilk düşünme eylemi, ayetlerden anlaşıldığına göre, meleklerin bilemedikleri sorulara cevap verirken gerçekleşmiş olmalıdır. Düşüncenin böylece bilgiye hizmet etmesi, Allah’ın, insanı meleklere iftiharla takdim etmesine ve saygı secdesi istemesine sebep olmuş, güzel düşünce anında ödüllendirilmiştir. Hz.Adem, bu bilgilerin yanında düşüncesini, kendisine yüklenen yeryüzü halifeliği görevine ve yetiştireceği nesline de yönlendirmiştir diye düşünmekteyiz .Öte yandan da hem eşi Havva’yı hem de şeytanın manevralarını hesaba katmak ve düşünmek durumunda bulunuyordu. İlk düşünen insanın, bu gibi konularda düşünmeye başladığı düşünülebilir.

<span style="color:#0000ff;"><strong>2-İkincisi, duygusal yönüyle bir kalp insanı olarak Hz.Adem’dir.</strong> </span>

Beşer olarak duygusal yoğunluk yaşadığını görüyoruz. İlki cennet yalnızlığı içinde, soy ağacı eşini bulunca, muhtemelen düşüncesini aşan duygusal bir dokunuşla, yasağı delmiş sayıldı. Suçun cezasının, amelin cinsinden olması, yani soy ağacına yaklaşma, belki de sadece tatma sonucu, avret yerlerinin açılması da yorumu bu yöne kay dırmaktadır. (7/22;20/118-119).Teklifin Havva’dan gelme si, ağacın herhangi bir meyve olması neticeyi pek etkilemez.

Cennet nesil çoğaltma yeri olmadığı için muhtemelen, görev zamanı gelip dünyaya gönderilinceye kadar, geçici cinsel temas yasağı konmuş olabilir, Allah doğrusunu bilir. Bu, Hz. Adem’in çocuklarının, ikizlerin çaprazlama evlenmelerine izin verilmesi gibi geçici bir yasak olabilir. Ayette belirtildiği gibi, sadece yaklaşma, uzanma, dokunma yasağı konmuş da olabilir.. Allah bilir, belki de Hz.Havva’nın rahatsızlık günleriydi, cennette bu olur muydu!. Orası gerçekten cennet miydi, dünyanın cennet gibi bir köşesi miydi! Teklif var mıydı, önce kimden gelmişti, yasak ağaca dokunmak neydi nasıl olmuştu gibi sorulara takılmak doğru değildir.

Bizce bu, İsmail’e bedel inen Kurbanlığın rengi konusunda tartışmaya girmek gibi bir şeydir, ayrıntıda boğulmaktır, stratejiden sapmaktır. Belki de şeytan, menzile ulaşmayı engelleyecek şekilde ayrıntılarda boğulanlardan hoşlanmaktadır. Benzer sapmayı yapan İsrail oğullarının, Kurban edilecek hayvanın rengi konusundaki tartışmaları sonucu içine düştükleri kaotik durumu, Bakara süresi, 67-70. ayetlerde görebilirsiniz.

Ancak bu konuda, Adem’in, şeytanın etkisiyle adım attığını, üst düşünce boyutundan çıkarak, kalp seviyesinden aşağı düştüğünü düşünmek yanlış olabilir. Aksine mahiyetindeki çeşitli duyguları kontrol edebilecek düşünce gücüyle hareket ederek; belki de bilgi ve misyonunu gerçekleştireceği ve neslini çoğaltabileceği yerin dünya olduğu bilinciyle davrandığını, özgür düşüncesini kullanarak bir karara vardığını, görev aşkıyla bir ictihad yaparak o eylemi gerçekleştirdiğini bile söyleyebiliriz. Nebidir, ictihad yapmıştır, ictihadında yanılabilir ama özür dilemiştir!..

Şeytanın, sonsuzluk ağacı diye takdim ederek ağaçtan yemelerini istemesi aslında, insan neslinin çoğalmasını istemesinin bir ifadesiydi şeklinde yorum yapabiliriz. Allah bilir, Kaniatın Efendisi iftihar edeceği ümmetinin çokluğuyla ne kadar övünüyorsa, şeytan da kendisinin iftihar edeceği insanların çoğalmasını istemektedir. Kendince ne kadar çok kişiyi cehenneme yuvarlarsa o kadar intikam almış kinini kusmuş ve rahatlamış olacaktır…

Muhtemelen o da bir an önce insanla birlikte yere inip, insanoğluyla savaşmak, kozlarını paylaşmak yolunda can atıyordu. Ademle şeytanın düşüncesi aynı noktada örtüşüyordu. Dünyaya inmek! Nur ve kir kulvarlarında yürüyen iki varlığın hedefleri bir noktada kesişmekteydi…Ama amaçlar farklıydı; biri olumlu diğeri olumsuz!..

Aynı şekilde iki tarafın yasak ağaçtan anladıklarıyla aynıydı, fakat yaklaşım amacı ve niyet farklıydı. Başka bir ayette temiz ve pis ağaçtan bahsetmesi de bu bağlantıyı hatırlatmaktadır (14/26). Temiz ağaç, olumlu duygu ve düşünce, pis ağaç olumsuz duygu ve düşünce meyvesi verir. Adem’in amacı temiz nesil çoğaltmak iken, şeytan gelecek nesli, Allah’dan uzaklaştırmanın ve cehenneme atmanın hayallerini kuruyor planlarını yapıyordu.

Adem ile Havva’nın; Allah’a isyan, şeytana itaat ya da nefsini tatmin gibi bir planı, azmi ve kararlılığı olmamasına rağmen yine de ilahi bir yasak çiğnenmiştir, Allah’dan bir de azar gelince, her ikisi de pişmanlık duygusu içinde af dilemişlerdir (2/37) Bu noktada şeytanın Allah’a isyan etmesiyle, Adem ve Havva’nın Allah’a yönelişi; müsbet ve menfî, (negatif-pozitif) duygu, düşünce ve davranış farkını da ortaya koymaktadır. Şeytan kibir, inat ve isyan duygusuna yenilerek kaybetmişi, Adam ile Havva pişmanlık ve özür dileme duygusuna dayanarak kazanmışlardı.

Şeytan meleklerin arasında, ruhani alemin esrar dolu güzelliklerinin çinde kazanma kuşağında kaybeden bir varlık temsilcisi sayılabilir. Adem ile Havva da kaybetme kuşağına girişin adı olan isyan ve günah merdiveninin daha ilk basamağında dönüş yapıp Allah’a yönelerek kazananlardan olmuşlardır.

Burda önemeli bir husus göze çarpmaktadır. Hz. Adem’e, sanki bir beşer olarak irade eğitimi verilmektedir. İlk kez bir insan bilgi, duygu, düşünce ve önemlisi iradesiyle sınanmıştır. Bir taraftan Allah’ın yasağı, diğer taraftan şeytanın aldatma adına teşvikleri, öbür yandan da nefis taşıyan bir insanın duyguları bulunmaktadır. İnsan, iradesiyle ya “Yapma!” şeklindeki Allah’ın yasağına uyacak ya da “Yap!” diyen şeytanın sözüne kanacaktır. Nefis yapı olarak şeytanın istediğini gerçekleştirmekten hoşlanmaktadır.

Fakat öbür tarafta kalbe yüce bir duygu ve vicdan, akla güç bilgi ve görev veren, Ruhun gerçek sahibi olan Allah vardır. İnsan, nefsini aşarak tercihini Rabden yana kullanınca, Ruhta zafer kazanmış, Allah’ı hoşnut etmiş olacaktır. Şayet bunu başaramazsa, unutma veya zaaf insanı etkiler de günaha yönlendirirse, alternatif bir kurtuluş yolu daha vardır; o da pişman olmak, hatayı anlayıp Allah’tan özür dilemektir.

Hz.Adem’in şahsında bütün insanlığa iki yöne uygulanabilecek bir bu irade eğitimi ve Allah’a yönelme dersi verilmiş olmakta dır. Bir ayet dikkat çekici bir ifadeyle, itaat ve isyan yeteneğini ve potansiyelini Allah’ın verdiğini, fakat nefsin tezkiye edilip temizlenmesi durumunda kurtulabileceğini, aksi takdirde zararda olacağını vurgulamaktadır (91/7).

Bu insanın, günaha açık bir fıtratının ve psikolojisinin olduğunun belirtilmesidir. Ve bu özellik yaşanarak gösterilmiş olmaktadır.

İnsan için belirtilen diğer hususiyet düşmanlık duygusudur ki bu da “Birbirinize düşmanlar olarak yere inin!” (2/41) ayetiyle ifadelendirilir ki ilk tecellisi Hz.Adem’in iki oğlu arasında gerçekleşecektir.

Hicr süresi 28-29.ayetlerde belirtildiği gibi insanın topraktan şekillenip, ilahî nefha ile ruhlanması onun, melek ve hayvanlardan farklı olarak, “Çift tabiatlı” bir varlık olarak; irade mekiği ile iki kutupta gel-gitlerle yolculuklar yapacak olması, psikolojik duygu ve düşünceler sahibi olduğu gerçeğini göstermektedir. Hz. Adem ve Havva’nın önce bedensel yapılarıyla yasağa yönelmeleri sonra ruhsal yapılarıyla Allah’a sığınmaları, insanın ilk psikolojik alandaki ilk yolculukları ve deneyimleri olarak nitelendirilebilir. Böylece insan psikolojik olarak, yalpalamasını ve yan çizmesini, sonra da ana çizgiye dönerek dengede kalmasını öğrenmiş olarak yeryüzüne gelmiş olmaktadır.

Burdan yola çıkarak, Psikolojik hastalıkların ve kişilik bozukluklarının temel sebebinin oluşmuş olduğunu düşünebiliriz.

Buna Ruh hastalıkları yerine “Nefis Hastalıkları” kavramını kullanmak daha isabetli olacaktır.

Çünkü Ruh, insana son derece sağlıklı ve mü kemmel bir bedenle birlikte verilmiştir. Bedene bulaşması sebebiyle ruhta oluşan olumsuzlukların ana sebebi bedende ve bedene bağlı olarak Nefis arzularında aranmalıdır. Ruh hastalığı deniyorsa bu aslında bir sonuç belirleme olabilir. Adı üzerinde hastalık denmektedir. Aslında ruhu hasta hale getiren nefis ve bedendir, iradesini tamamen bedenden yana kullanan insan iradesidir.

Ruh-Nefis hastalıklarının temelinde yatan ilk çıkış noktası ve sebep: İnsana ve cinne alt yapısı sınırsız bir “Benlik” verilmesidir denebilir. İnsan ve cin, onlara verilen maddî ve ruhî yapılarıyla, benlik ve Yaratıcısı arasında bir ahenk kurmakla yükümlü tutulmuşlardır.

İnsan dışı ama sorumlu tutulan varlık olarak İblis, bu uyumu bozan ilk örnektir. Ancak o, Hz.Adem bir rakip olarak gelene dek negatif benlik tabiatını işletme zemini bulamamıştı. Geldiğinde de, önce Ademe karşı üstünlük olarak kullandığı Enâniyetini, “Rabbim!” diye hitap ettiği halde Allah’a karşı isyan şekline dönüştürmüş, Allah’ın kendisini azdırdığını savunarak, insanların O’na kulluk yapması nın önüne geçeceğini ilan etmişti.

Bu yönüyle, en büyük Psikolog olarak nitelendirdiğimiz şeytanı aynı zamanda ilk ve en büyük Ruh-Nefis hastası olarak da ilan edebiliriz. Şizofreninin sınır ötesini temsil eden şeytan, Yaratıcı ile mücadele etmeyi meslek olarak seçmiştir. Konu tamamen, sınırsızlığa baş kaldıran bir benlik kavgasına dönüşmüştür. İnsanlar içinde de aynı mesleği sürdüren Firavun, türünün ilk örneği olmuş, kendini tanrı ilan ederek Musa’nın Rabbine savaş açmıştır.

Şeytanda benlik, her anında, hem bilinçaltını hem de bilincini tamamen kaplayacak şekilde kin, nefret, düşmanlık ve intikam ateşiyle yapısına uyum gösterecek şekilde yapılanmıştır.

Hz.Adem ise, sadece Rabbi düşünen meleklerden, sadece benliğini düşünen şeytandan farklı olarak, bedensel benlik yapısına geçici olarak takılmış, ama ruhuyla Rabbe yönelerek aradaki ahengi “Ben hatalıyım!” diyerek tekrar kurmuş ilk örnek varlıktır. Bu aslında ayetin “Cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler-tanısınlar diye yarattım”(51/56) şeklindeki anlamıyla örtüşen bir durumdur.

Burda Ademle Şeytanı ayıran önemli bir faktör vardır. Her ikisi de yaratılıştan gelen ümit ve korku, sevgi ve nefret, gibi önemli zıt duygular arasında bir seçim ve tercih yapmışlardır. Şeytan hem ümidi hem de korkuyu kibir ateşiyle kül etmiş, sevginin ise -Kabilde ilk tezahürünü görüldüğü gibi- baş katili olmuştur. Sonuçta da o, tamamen bir nefret kimliğine bürünmüş, benliğinde bir anlık sevgiye bi le yer bırakmamıştır.

Adem ise, muhtemelen işlediği hatayı bile, etkisinde kaldığı bir kısım sevdaların etkisiyle gerçekleştirmiş, sonra benliğini piş manlıkla, ümit ve korku dengesi içinde, başlangıçta Muhabbetle yaratıldığı ve geldiği o asıl sevgi kaynağıyla tekrar buluşturmasını bilmişti.

Şeytan bir dönüş kimliğiydi; Adem de!…

Fakat şeytan Rabden benliğine dönmüştü.

Bir Rab sevgisi vardıysa onu dirilmemek üzere benliğine gömmüştü. (Şeytanda İstiklaliyet-Bağımsızlık kimliği)

Adem ise benliğinden geçip Allah’a dönmüştü. (Ademde Aidiyet-Bağımlılık kimliği)

Benliğindeki günah ateşini, daha kıvılcım iken, tövbe ile Rahmet denizinde söndürmüştü!..

Cennette, benlik tarafından olumsuz olarak değerlendirilecek duygu ve düşünceler olmamalıydı. Tezahür eden Adem ve şeytan olayları karşısında, insanların benlik yeri olan dünyaya inmeleri kaçınılmaz oldu. İlerde insan tekrar ilk mekanına avdet edince, için deki tüm benlik olumsuzlukları çekilip alınacak, bütün benliklerde sadece huzur ve mutluluk hakim olacak, insanlar benlik savaşçıları olarak değil benlik kardeşleri olarak karşılıklı oturacaklardır (15/47).

Benlik ahenginin sırrı, benliğin Allah’a dönük olmasıdır. Gerçek özgürlük de Allah’a yönelik olan özgürlüktür.

İnsan benlikteki sınırsız kaynaklara bakarak ve kapılarak, sadece kendine yönelmekle bu dengeyi bozabilmekte, özgürlüğünü köreltmekte, sınırsızlığa, sınırsız özgürlüğe adayken kendisini, özgürlüğünü sınırlamaktadır.

Benlik sonsuzluk mayalı bir nüve-damla yapıdır ki, emanet olarak, Var Edicisi adına değerlendirilsin buudlansın diye vardır!…

Evren var; benliğiyle insanı taşısın diye var!

İnsan var; benliğiyle Allah’ı tanıması için var!

Benlik var; İnsan Allah’ı en iyi tanıyan olsun diye var!..

Allah madem var; benlik O’na yâr olsun diye var!.. Şeytanla Adem”i birbirinden ayıran diğer önemli faktör, donatıldıkları iç güçlerini farklı şekilde kullanmaları ve değişik savunma ve kontrol mekanizması geliştirip uygulamalarıdır denebilir.

Şeytan kendisine verilen nefis, akıl, bilgi ve farklı yetenek güçlerini, nankörlük yaparak ve bencilce sadece kendi egosu hesabı na değerlendirmiş ve narsistce üstünlük psikozuna kapılarak, kibir mekanizmasını geliştirmiş sonra isyan mekanizmasıyla gerçek kimli ğini oluşturmuş, intikam yeminleriyle de ardından, benliğindeki savaş mekanizmasını hareket geçirerek son duruşunu belirlemiştir.

Hz.Adem ise, tabiatındaki nefis arzuları, eşe yönelme ile nesil çoğaltma ve toplumsallaşma heyecanı, sonsuzluk duygusu, bilgi yüklenip halifelik görevinin verilmesi gibi saikler ve iç enerjinin, bir yanlış davranışa yönlendirmesi sonucu, müthiş bir kontrol, denetim ve yönetim mekanizmasını ortaya koymuştur; o da pişmanlık duygusu ve tövbe ile Rabbe yönelişi ve affedilmesini talep edişidir.

Bu aslında, insan psikolojisinin ikinci belki de ilk ciddi oluşum deneyimi sayılabilir. İlkinde Hz.Adem, kontrol mekanizmasını iş letmemişti çünkü bunu gerektiren bir durum yoktu. Hata nedir bilmiyordu, Hata durumunda ne yapılır onu da bilmiyordu. İnsan ilk kez pratiğini yaparak, psikolojisinin bozulması ve düzeltilmesi deneyimini yaşayacaktı. Rabbisi ona verdiği bilgilerin yanında, yeni bazı af ta lebi kelimeleri daha öğretecekti…

Hz.Adem, Psikolojik bir yanılma ile, yasak meyveye yönelmişti. Ardından da İlahî irşat ve terbiye ile, ilk kez orijinal, içsel, yepyeni bir mekanizma ve psikolojik tavır oluşturmuş, bu olumlu duygu ve düşüncesiyle önceki olumsuz durumunu düzeltmiş yönetim altın da alarak ruhsal huzura ermişti.

Ruh-Nefis hastalıklarının temelinde yatan ikinci çıkış noktası ve ana sebep: Vicdanda ve düşüncede yer etmiş, yaratılıştan ge tirdiğimiz kontrol mekanizmalarını işletmemek, bunun sonucunda; beden ve nefis arzularına aşırı ve kalıcı ilgi göstermek ya da tamamen ilgisiz kalmaktır. Aynı şekilde Akıl, kalp, vicdan gibi Ruh mekanizmalarına aşırı yönelmek ve yüklenmek ya da onlara tamamen yabancı kalmaktır…

Buna göre, Psikolojik yaklaşımların anahtarı, insan benliğini iyi okuyarak anlamak, Yaratıcısıyla münasebetlerini düzenlemek ve Allah Kelamını baz alarak, insanın Ruh ve Beden ilişkilerine ölçü ve denge kazandırmak, duygu ve düşüncelerini yönetme ve iletişim kurma sanatını öğretmektir.

<span style="color:#0000ff;"><strong>3-Üçüncüsü, dünyada medeniyet kuran, problem çözen bir misyon ve aksiyon insanı Hz. Ademdir:</strong></span>

Hz.Adem yeryüzünün insan hilafetinin ilk temsilcisi babası ve rehberidir. Madde içinde insanın manevi inşasını gerçekleştirecek insanlık manasını tesis edecektir. Ayette, hılkatin ilk gerekçeesi dile getirilirken "Yeryüzünde bir halife yaratacağım!" ifadesi vardır.

Diğer ayetlerde de Hz.Adem'e maddenin bilgisi ıslah edilmesi ve insanın yönetimi ilmi tevdi edilmiştir. Bu yönüyle Peygamberler yeryüzünde medeniyet kurucuları ve insanın dünya ilimlerindeki gelişmelerinde de öncü konumundadırlar.

Hz.Adem’in sözünü ettiğimiz üç ilgi alanına geri dönecek olursak; akıl ve kalp yönleriyle bir düşünce ve duygu tecrübesi yaşadıktan sonra onun, dünya hayatında, düşüncesini yönlendirmedeki ilk pratik örneği, iki oğlu arasındaki, ciddi problemi çözme çabalarında gözlenir.

Yeryüzünde ilk kez iki insan, ilk kez ciddi psikolojik bir savaşın içine girmişlerdir ve olumlu ve olumsuz duygu, düşünce ve davranışın temsilciliğini yapmakta ve bunu söze dökmektedirler. Hakim menfî duygu ise, “Ben” in kendini kabul ettirmek istemesi, ilk kez Allah’ın görevli bir Nebisi olan babaya karşı gelmesidir.

İstediği gerçekleşmeyince, kıskançlık ve düşmanlık duyguları o “Ben” i sarmış, kim bilir kaç gece ve gündüz ruh dünyasında bu duygularla yatıp kalkmış ve içinde intikam hislerinin doğmasına ve katle sebep olacak ruhsal kuluçka dönemi yaşamıştı. Böyle bir dönem yaşadığını, öldürme kararı almasından ve bunu soğukkanlılıkla gidip kardeşine açıklamasından anlıyoruz.

Kabil: “Seni öldüreceğim!” dedi. Habil ise müspeti seslendirdi: “Ben öldüremem, Allah’dan korkarım” diye cevapladı(5/28). Sonuçta Kabil, kardeşini öldürür ve kaybedenlerden olur. Şeytan sahnede yok gibidir, sinmiştir; çünkü rolü artık insan üstlenmiştir!..

Bu, olumsuz duygu ve düşüncenin, yeryüzündeki ilk negatif zaferi sayılabilir. Şeytanın kibri ile Kabilin kıskançlığı, aynı temel duygunun ürünü olan düşünce tarzında buluşmaktadır: Allah’dan kopmuş hasta Egonun, Aidiyeti terk edip İstiklaliyet’ ini ilan etmesi, benlik adına varlıkta Hakimiyet kurmak istemesi…

Enaniyet, haz aldığı değerlere saplanıp gömülünce ve düşünceyi bunun tatmini yolunda işletince iki benlik sloganı ortaya çıkmış oluyor:

Şeytanın: “Ben varım!” demesi,

Kabilin: “Benim olacak!” demesi….

Olumlu ve olumsuz düşüncenin esası “Ben” felsefesine dayalıdır.

Olumlu düşüncede benlik, yaratıcısına intisab eder, bağlanır O’nun adına eş ya ve hadiselere bakar. Benliğini, O’nu tanımada bir mikyas-ölçü yapar. Kendisini sonsuz güzelin mükemmel bir aynası olarak görür. Sonsuz güzele ulaştıran olumlu yolları araştırır. Olumsuz düşüncede ise özgürlük adına bütün yapılarıyla benlik ön plandadır. Her şeye o gözlükle bakar. Her şeyin merkezine sadece kendisini koyar. İşte bu iki kutuplu düşünce dünyasının ilk temsilcileri olarak karşımıza, Ademle Habil, Şeytanla Kabil çıkmaktadır.

İnsan aklının, duygu ve düşüncesinin asıl varlık sebebi, “Ben” ile yola çıkıp “O’na” ulaşmak, O’nunla “Ben”i yaşamaktır.

Şeytan Kur’an bütünlüğü ve hadislerin ışığında mercek altına alınır iyi analiz edilirse, psikologların, insanı tanıması ve problem lerini çözmesi kolaylaşacaktır diye düşünmekteyiz. Çünkü şeytan insanın bütün ruh haritasını hem de kıyamet noktasına kadar çok iyi okuyabilen, yaratılmış nefis taşıyan tek varlıktır.

Şeytan bir insan uzmanıdır. İnsanlığın -deyim yerinde olmasa da- ezelî düşmanı olan şeytanın alt edilmesi, insanla beraber çok iyi analiz edilmesi, hem manevî planda hem de ilim planında bir uzmanlık işidir. İnsanı ve şey tanı iyi anlamak, irtibat noktalarını etraflıca belirlemek, insan psikolojisi adına bir zafer kazanmada ön adım olacaktır. Bu yönüyle Mürşid Psikologlara büyük iş düşmektedir.

<span style="color:#ff0000;"><strong>İNSANIN VARLIK YAPISI VE DENGE ALANLARI</strong></span>

Rahman’a tam ayna, varlıkların takvimi, en alası…Melekleri ardında bırakmış insan nev’inin en muallası…Kimi zaman da insan, benlik sevdalısı, nefis ve şeytan yanlısı hatta esasen sultanı olduğu mahlukatın en ednası

İnsan, Kur’an’ın kitaplaşmışı, evrenin canlanmışı…Psikoloji, bu canlı kitabı okumaya çalışan minik bir göz, gözde bir kirpik, kirpikte bir köz… O, İçte bir göz, gözde öz, özde ilahi bir söz haline geldiğinde, “İnsan meçhulünün sırlarını işte şimdi çöz!” mazhariyetine ermiş olacaktır…

<span style="color:#ff0000;"><strong>A: DENGE ALANLARI</strong></span>

Muhammed Kutup’un İnsan Psikolojisi üzerine etütler isimli eserinde dediği gibi, İnsan hayvan ve melekten farklı olarak “Çift tabiatlı” bir varlık olarak yaratılmıştır. Melekler ruhlarının tabiatına hayvanlar da programlanan, sevki ilahi ile yönetilen bedenlerinin tabiatlarına uyarlar. İnsan gibi seçme özgürlükleri yoktur.

Çift tabiatlılığı insanın bütün duygu düşünce ve davranışlarında gözlenir.

İnsanın çift tabiatlı olduğunu Allah’ın meleklere, çamurdan bir insan yaratıp ona ruhundan üfleyeceğini belirtmesinden anlıyoruz (15/28-29).

İnsanın yemesi içmesi cinsel arzuları, bedenin organik ve biyolojik yapısıyla alakalıdır. Duygular bedeni esaslara dayalı faaliyetlerdir. İnsandaki belli organlar kaldırılsa onunla ilgili nefis duyguları da kalkacaktır. Ruh ise bütün manevi değerleri, duygu ve düşünceleri canlı tutar.

Bu çift tabiat birbirinden tamamen ayrı değildir. Madde ile ruh birbirine karışmış, iç içe girmiş, özdeşleşmiş gibidir. Çünkü bedeni faaliyetlerini ruhî etkenlerle sürdürür. Hayvanî ve cismanî güdülerle davranmaz. Davranmaması istenir. Sözgelimi insan da hayvan gibi yer ama iradesiyle yer; hem çeşit hazırlayarak yer hem de yediğinde helal-haram kaydı bulunur. Sonra oruçla yemekten uzakta kalır Cinselliğini de hem her zaman uygulayabilir hem de evlilik yoluyla yaşaması öğütlenir. Bunlar ruh ve beden boyutlu çift tabiatlılığının ifadesidir. Çünkü irade ruha ait bir özelliktir.

İnsanın bu toprak-ruh birleşmesi sonucu, irade ile irtibatlandırılan psikolojik duyguları ortaya çıkmış olmaktadır. İnsan iradesiyle bu iki tabiatlı yönünden birine yönelir, yoğunlaşır ve o yönünün gelişmesini sağlayabilir.

Her iki yönde sınır tanımayan yolculuklar da yapabilir. Tepeden tırnağa bir et-kemik ve nefis arzularını yaşayan bir insan olabileceği gibi, bedeni hayatı dışlayıp tamamen ruhanî bir mistik varlık haline de dönüşebilir. Bu noktada, dünya-ahiret, ruh-beden, akıl-kalp gibi pek çok konuda denge sağlayan Kur’an ve Hadis ölçüleri devreye girer ve insanın hayatına bir denge ve ölçü kazandırır. Ruh ve be denin bütünlük içinde işlemesinin yöntemini öğretir. Bedensel bütün faaliyetleri ruhla ilişkilendirip onlara ruhî bir anlam kazandırmış olur. O kadar ki, sıradan adetler ibadet olur.

İnsanı, yeri ve gökleri yaratan Allah, var olan her şeye bir denge koyduğunu ifade etmektedir. Bu, var olan her şeye, bütün eşya ve hadiselere denge içinde bakmamız gerektiğine bir işaret sayılabilir. İki gözün aynı noktada buluşarak, uyum içinde net görmesi, hedefe ulaşmak için çift kanatla uçulması gibi, hayata ve insana aynı ölçü denge içinde bakmak, hem Kur’an’a uymanın hem de varlığı kavramanın bir gereği olacaktır.

Bilim adamları ve çevreciler ekolojik denge kavramı üzerinde hassasiyetle dururlar. Psikologlar, insan davranışlarını, duygu ve düşüncelerini irdeler bir denge kazandırmaya çalışırlar. Ekonomistler, maliyeciler de benzer çaba içinde para akışına bir denge kazan dırmak isterler. Politikacılar diplomatlar ülkeler arası ilişkilerde hassas dengeleri gözetmeden, yanlış bir adım atmamaya gayret ederler. Emniyet güçleri güvenliğin korunması, toplum huzurunun dengesinin bozulmaması için azami gayreti gösterirler. Özellikle çocuk yetiş tirmede, eğitim ve öğretimde, yeme içmelerde, ölçülü ve dengeli davranmanın önemli bir yeri vardır. Ölçü ve denge hayatımızın her anı nı kuşatmış gibidir.

İlahi Kelamda, ölçü ve denge hususunda pek çok konu değerlendirmemize sunulmaktadır.

<span style="color:#0000ff;"><strong>a-Her şeyde bir ölçü ve takdir vardır:</strong></span>

Konu, ‘Kadera’ fiili ve türevleriyle pek çok yerde geçmektedir. “Allah katında her şey bir ölçü iledir”, “Her şeyi bir ölçü içinde ya ratmıştır“, ”Yeryüzünde ölçülü şeyler bitirdik”, “Gökten yağmuru bir ölçü ile indirdik ve toprakta durdurduk” (13/8, 25/2, 15/19, 23/28)

<span style="color:#0000ff;"><strong>b-Evrende denge vardır:</strong></span>

“Allah göğü yükseltti ve dengeyi (mizan) koydu. Sakın dengeyi bozmayın. Ölçüyü adaletle tutun ve eksik tartmayın” (55/7).

Ayetlerde, göklerdeki dengeden bahsedip, yerdeki dengeye; insanlar arasındaki alışverişlere, tartı ve ölçü dengesine dikkat çekilmektedir.

<span style="color:#0000ff;"><strong>c-Dünya ahiret dengesi:</strong></span>

“Allah’ın sana verdikleriyle ahiret yurdunu kazan, dünyadan da nasibini unutma!” (28/77).

Ayet , birinin, diğeri aleyhine terk edilmesinin doğru olmadığını belirtiyor. Hiç ölmeyecekmiş gibi bakmak değil; Dünyaya dünyada kalacağımız kadar, ahirete de orada kalacağımız kadar önem verilmeli, dünyayı Allah’ın güzelliklerini yansıtan bir ayna, eserlerinin sergilendiği bir sergi, bir galeri gibi görmeli, sonsuz cennetin kazanılacağı bir tarla, geçici bir imtihan meydanı olarak değerlendirmeli ve zehirli bal hükmündeki günahlarına karşı duyarlı olmalıdır.

<span style="color:#0000ff;"><strong>d-Toplumda denge topluluk:</strong></span>

“Sizden, hayra davet eden, iyiliği yaşatan ve kötülüğü uzaklaştıran bir topluluk-cemaat bulunsun!” ( 3/104).

Hem dürüst, hem de başarılı bu insanlar, hem dünya hem de ahirete yönelik konularda ehil kimselerdir ve İslam’ın güzelliklerini bizzat yaşayarak toplum da hem bir örnek temsil modeli oluştururlar hem de toplumsal oto kontrol misyonunu yürütürler. Aynı zamanda bir taraftan, paratoner görevini yaparlar; gelecek bela ve musibetleri geri çevirirler, diğer taraftan da bir çekim merkezi gibi, duaların kabulüne, rahmet ve bereketin artmasına vesile olurlar.

<span style="color:#0000ff;"><strong>e-Toplum dengesini bozan topluluk:</strong></span>

“Bir ülkeyi helak etmek istediğimizde, o ülkenin zenginlik sebebiyle şımarmış olan ileri gelenlerini uyarır iyiliği

emrederiz. Yine kötülük işlerler ve o ülke helake müstahak olur ” (17/16).

Bu, tarihî sosyolojik bir kural gibidir. Azmış, günahlara dalmış, adalet ve iyilikten uzaklaşmış milletler, tarihte hep

gerilemişler, yıkılmışlardır. Tarihimiz açısından bakacak olursak; “Medrese-Tekke-Kışla üçgeninde ki dengenin bozulması” ifadesini irdeleyebilirsiniz!

Şeytan, dengesi bozulan, sonra da insanların dengesini bozmak için, dengesizce yeminler savuran ilk varlıktır. Kabil de, İlk denge örneği olan Hz. Adem’in ocağında yetişmesine rağmen, ölçüyü kaçıran ve dengesini bozarak cinayet işleyen ilk insandır.

Kur’an diğer milletlerden de bahseder.

<span style="color:#0000ff;"><strong>f-Dünyada denge topluluk:</strong></span>

“Siz, insanlar için ortaya çıkarılmış, denge unsuru en hayırlı toplumsunuz; iyiliği emreder, kötülükten men edersiniz” (3/110).

“Fitne (yeryüzü adaletsizliği ve kötülüğü) ortadan kalkıncaya ve (insanlığa denge gelinceye kadar (en güzel yollarla) mücadelenizi verin!”. (8/39).

“Allah, Rasulünü ve Hak Dini, yeryüzünde diğer dinlere, (insanlara) üstün gelsin (denge getirsin) diye gönderdi” (9/3).

Ayetlerde görüldüğü gibi, Allah her Müslüman, şahsî dini görevlerinin yanında evrensel bir misyon yüklüyor. Bütün dünyada, Dinimizin getirdiği hoşgörü ve Hizmet dengesini yerleştirmek!..

Yeryüzünde insan hak ve özgürlüklerine gerçek değeri veren, adaleti tam uygulayan ve iki dünya mutluluğunu sağlayacak olan bir ülke var mı dır? Yok diyorsanız, yeryüzünün herhangi bir ülkesinde belirttiğimiz değerlere sahip olan veya aday olan bir topluluk var mıdır? Yoksa oluşmasına çalışmak Kur’an’ın emridir. Varsa onlara uymak yine Kur’an’ın bir tavsiyesidir.

Eğer böyle bir topluluk olup olmadığını bilmiyorsak, araştırıp bulmak bir vazifedir. Bildiğimiz çok topluluk var da
hangisinin gerçek denge ve ölçü topluluğu olduğunu anlayamıyorsak, şaşmaz Kur’an ölçülerini esas alarak, vasıflarını incelemek ve en uygun ola nı seçmek durumundayız.

Bunları yapmak yukarda belirttiğimiz ayetlerin bizden isteği görevi yerine getirmek olacaktır. Bireysel olarak
gerçekleştiremediğimiz evrensel boyuttaki hareketleri, böyle Kur’an vasıflarını taşıyan güzel topluluk içinde yapmakla evrensel boyutta hizmet görmüş sevabı kazanabiliriz. Çünkü himmetiniz milletiniz olmuştur. Böyle olunca Allah, binlerce ağaca birden verdiği meyvaların aynısını bahçemizdeki tek ağaca da verebilir.

<span style="color:#0000ff;"><strong>g-Bütün varlık yönleriyle insanda denge:</strong></span>

İnsan kainatın bir özü ve özeti olduğuna göre, ikisi arasında bir kısım benzetmeler yapılması pek yanıltıcı olmaz. Ruh, ruhlar alemini, hafıza kader ve levh-i mahfuzu, bilinçaltı ve hayal dünyası (rüyalar) alemi misali, çekim gücü aşkı, itme gücü nefreti, bahar ne şeyi, sonbahar hüznü temsil ettiği gibi. Bu şu demektir: İnsan ruhunda bütün alemlere ait üniteler örnek parçalar bulunmaktadır.

Ruhumuz küllî’den gelmiştir. Bu açıyla bakarsak bir külliye gibidir. Fakülteleri vardır. Akıl fakültesinin rektörü irade,

bölümleri mantık, hafıza, beş duyu, sinir sistemi , zihin, tefekkür, hayal, tasavvur, bilinç, bilinçaltı gibi bölümler…Kalp fakültesinin rektörü vicdan. Kendisi gibi gizemli pek çok kür- süsü, bölümleri latifeleri, ince duyguları var. Nefis fakültesinin ataması, insana, akıl ve kalp rektörlerine bırakılmış. Ancak nefis hem bağımsız kalmakta ve direnmektedir hem de şeytan gibi güçlü bir adayla menfaat ve işbirliği birliği yapabilmektedir.

Bu yüzden insan bütün duygu düşünce ve davranışlarına kazandırılacak denge, evrensel planda kainatta uygulanan, Kur’an’da ifadesini, Peygamberimizde pratiğini bulan evrensel prensiplerle oluşturulmalıdır. Kur’an, insanın şu dört ana ünitede denge ve ölçüyü kaybetmesine dikkat çekerek, bizi o konulara yöneltmektedir: Kalplerde hastalık, akıllarda şüphe, nefislerde kirlenme ve dav ranışlardaki bozukluk ve dengesizlikler (24/50). Sırasıyla irade, vicdan, kalp, akıl ve nefisten oluşan beş temel beden koordinatör ruh güçlerini, duygu ve düşünceler diye tanımladığımız atkivitelerini ve bunların da davranışlara dönüşmesini ele alabiliriz.

Denge ve ölçü insan hayatının tamamını kapsar. Mesela insana, Allah’ın verdiğini bilerek (5/88) ismiyle başlayarak (6/118) yemesi içmesi ama helalden (2/ 168) ve israf yapmadan (7/31) yemesi içmesi ve yoksulların da düşünülmesi (22/29) ve daima şükredilmesi (2/152) öğütlenir.

Kur’an her şeyde denge orta-yol tavsiye eder. İfrat/aşırılık ve tefrit/eksiklik kötülüklerin kaynağıdır. İtidal/denge
fazilettir. Davranışların kontrol merkezi olan kalp Allah ile itminana erince (13/28) dengeye kavuşur, dengeli davranışlar zuhur eder. Mesela harcamaları dengeli olur; israf da cimrilik de etmezler, ikisi arasında dengeli davranış sergilerler(25/67).

İnanan insan denge insanıdır. Toplum olarak da dengeyi temsil ederler, ümmet-i vasattırlar (2/143).

Peygamberimiz, duygu ve düşüncede dengeyi şöyle belirtir: ‘İnsandaki et parçası sağlıklı-dengeli olunca bütün beden de sağlıklı-dengeli olur. Kalp bozulunca onlar da bozulur”. Diğer ifadesinde: “Sevdiğini aşırı sevme bir gün düşmanın olabilir, düşmanına aşırı düşmanlık besleme, bir gün dostun olabilir”

<span style="color:#ff0000;"><strong>1-İRADE</strong></span>

İnsanın meyli, bir şeyi isteme ve tercih özelliğidir . Dış vücudu yoktur. Var-yok arası çok küçük ve ince bir yöneliştir fakat, büyük sonuçlara sebep olur. Allah, insanın bu yönelişine göre kudretini yöneltir. Bir dümen gibidir, beden gemisini küçük bir hareketle her yöne çevirebilir. Aslında deniz derya, gemi ve dümen baştan aşağı Cenab-ı Allah’ın yoktan var ettiği varlıklardır.

Ne var ki dümeni kullanma rota belirleme insanın iradesine bırakılmıştır.İrade bu gücünü kullanarak ruhumuzun diğer mekanizmalarını işlettirecek dokunuşu ve yönlendirişi yapması ve denge kazandırması için yaratılmış ve bize bu sorumluluk yüklenmiştir. Aslında dengenin devamı veya bozulması iradenin ince mahiyetine benzer.

Dağların eşit dağıtıldığı evren çapında bir terazinin bir kefesine, irademizle bir dokunuşta bulunsak, sistemler alt üst olabilir. Bu fonksiyonu, insan ruhunun üniteleri arasındaki denge için de geçerlidir.

İradenin karşısında, son derece etkili bir dünya, dünya kadar arzusu bulunan nefis, nefsin iştahını ikiye üçe beşe katlayan şeytan, beyin yapısı içinde iradeyi yutmaya iştahlı bilinç- altı ve hayal çekim güçleri birer handikap olarak karşısına çıkmaktadır.

Bu yüzden irade, ruhun gerçek anlamda en büyük savaşçısı sayılabilir. İradenin en büyük destekçisi de vicdandır. Biri Musa diğeri Asâ gibidir…

<span style="color:#ff0000;"><strong>2-VİCDAN</strong></span>

Ruhun ve kalbin en derin yerinde en mahrem öz bir histir. Tamamen Allah’a baktığı için saf bir elmas gibidir, korunmuştur.

İnkar, inat, kibir ve zulümle kömüre çevrilmediği sürece, daima pırıltısını hissettirir.

İradenin en büyük destekçisidir. Sevgi başta olmak üzere bütün yüce duyguların, derin bilinç esas olmak üzere bütün güçlerin ve bilgilerin menbağı ve çekim merkezi gibidir. Derinlerdeki bu incilere ulaşmak için destanlarda anlatıldığı gibi, en başta çift başlı nefis ve şeytan canavarını aşmak gerekmektedir. Bunu da iradeyle birlikte inanç Asâlarının ve bilgi kılıçlarının gücünü birleştirerek başarabilirler.

Bunu ifadelendirirken genellikle akıl-kalp izdivâcından, bütünlüğünden ve dengesinden söz edilir. İradeyi ruhun akıl bölgesinin prensine, vicdanı da ruhun kalp bölgesinin prensesine benzetebiliriz. Çünkü vicdan, sebepler ötesi gerçek melekût bilgisinin ve analarda kahramanlık derecesinde tezahür eden şefkat, merhamet ve muhabbetin, ruhtaki ana temsilcisi bir anaya benzemektedir. İrade ve vicdan birlikteliği, velût bir kalbi ve üretken bir aklı semere verir. Böylece bünyemizi saran halis duygularla salih düşünceler, iç-dış hayatımıza denge, ölçü ve istikamet kazandırır.

Vicdan, elest bezminde (7/172) ruhlardan nefsî kelam yoluyla alınan mîsâkın (temsili anlaşma) fıtrî bir şahidi sayılabilir.

Bu, dış gözlem ve bilinçle algılanamaz, daha çok iç gözlem-sezgi-benlik ötesi bilinçle hissedilebilir (Yazır,4/169) ve iman, ibadet ve marifette derinleşmeye bağlıdır. Ancak her insanın derinden, özellikle yoğun hüzün dönemlerinde kısa bir esinti halinde hissedebileceği yönü de yok değildir. İnce düşünürsek, içimizde keşfedemediğimiz manevî bir çekim gücünün bizi etkilediğini, bir yöne sevk ettiğini hissedebiliriz.

Buna altıncı his diyenler çıkabilir. Bunu dayanak noktası kabul edenler olabilir. Bunun yanında bazen de gizemli bir manevi coşku, şevk, derin bir mutluluk esintisi bize misafir olur. Buna da yedinci his deyenler olsun ve imdat noktası kabul edilsin!

Bu iki esintide yalan olmaz. Kıtaları, deniz diplerini, gezegenleri, gen haritasını keşfe çıkan insanlar olarak, vicdan hislerimizi de keşfetme yolunda çaba göstermeliyiz. Dış açılma ile iç açılma dengesi sağlanabilirse, enfüste ve âfâkta yapılan seyr-ü seferler sonuçta bir ve aynı noktada buluşacak, insan kendini gerçekten keşfetmiş, kendi Sahibini de tanımış olacaktır.

Bunun gerçekleşmesi ancak hakiki bir imanla olabilir. İman, nefis ve beden yönetimine denge kazandırma işini; vicdanın şefkatli, aklın dirayetli ellerine teslim etme anlamına gelir.

Hakiki imanı elde etmede en kısa ve pratik iki yol: Biri namaz diğeri namazlı ve vicdan kültürü olan nurlu dost ve
arkadaşlar edinmek, onlarla birlikte şu madde dünyasında sürekli vicdan yolculukları yapmaktır.

<span style="color:#ff0000;"><strong>3-KALP</strong></span>

Kur’an’a göre kalp Allah’a imanın merkezî yeridir. Aynı zamanda Allah’ın geldiği (8/24), nazar ettiği, onunla insanı gerçek anlamda değerlendirdiği ve imanı oraya yazıp yerleştirdiği, sevgi ve şefkatin bulunduğu, bazen saygıyla titreyen bir yerdir (19/96, 22/32, 58/22). En önemlisi, kalbin gerçek anlamda mutluluğu tatması, huzura ermesi, ancak Allah’ı anmakla, ona bağlanmakla gerçekleşebilir (13/28). Bu, kalbin Allah’a yönelmekle, dengesini bulabileceği, duygularının anlam kazanacağı anlamına gelmektedir. Allah inancı ve sevgisi hakiki aşktır, tıpkı güneş gibi. Diğer bütün sevgi çeşitleri ise mecazi aşklardır, bunlar kırık cam parçacıklarındaki ışık yansıma larına benzer.

İnsan, Allah inancı ve sevgisi ile buluşamadan, doğrudan mecazi beşeri sevgiler peşinde koşarsa, cam parçacıklarına sarılmış demektir. Bu durumda kalp için arızalar, yaralar, dengesizlikler, doyumsuzluklar ve bunalımlar kaçınılmaz olur. Ölçüyü tamamen kaçıran, kalp dengesini kaybeden insan, günahlara daldıkça, huzur merkezinden yani Allah’tan uzaklaştıkça, kalp ve akıl hastalıkları da başlar (2/10). İnanç ve ibadetten yoksun oldukça da kalbin katılaşması artar (2/74) adeta taş kesilir ve kalp, mühürlenmekle karşı karşıya kalır (Baka ra, 2/7). Bir daha tamamen bozulan dengesini kazanması da, kalp ve kafada ciddi bir operasyona geçirmedikçe, oldukça zordur.

Burada Peygamberimizin kalp ile ilgili söylediği çok anlamlı bir söze yer vermek yerinde olacaktır.

“İnsanda bir parçacık et vardır!” der Allah Rasulü;

“Eğer o salâha ermişse bütün ceset de salâha ermiş, o bozulmuşsa bütün beden de bozulmuş demektir!” (Bu hari, iman, 39; Müslim, Müsâkât,l07). İnsanın kişilik ve benlik merkezi, duygu, düşünce ve davranışlarını yönlendirme santrali olan kalp,

Allah’ı ile huzura erer ve insanı mutlu eder.

Kur’an’da, kalbin katılaşması aşırı (tefrit) noktasıyla, mecazi aşklara açılması aşırı (ifrat) noktasıyla, tenkit görüyor ve denge kazandırılıyor. Kur- an’ın, kalbin düşünmesinden ya da bilgisizliğinden bahsetmesi (22/46, 23/63, 24/61), kalbi akıl gibi değerlendirmesi ve ikisini denge sağlayan bir terazinin iki kefesi gibi görmesi dikkat çekicidir.

Tersi anlamı da yükleyebiliriz; Akıl da kalp gibi duygulanabilir, kalp ve vicdanın duygusal faaliyetlerine katılabilir.

Kısaca Kalp-Kafa birliği, ruhsal dengenin diğer adıdır.

<span style="color:#0000ff;"><strong>a-Kalp hastalıkları</strong></span>

Kur’an’da “Hastalık’ kavramından yola çıkarak şu tespitleri yaptık:

Kur’an’da kalpteki hastalık konusunda üç grup insan hedeflenmektedir.

1-Müminler:

Bakara süresinin 1-5 ayetleri Gayba inanan, namaz kılıp zekat veren, hidayet olan Kur’an’a uyarak müttakî sıfatını alan ve kurtuluşa eren müminlerden söz etmektedir.

2-Kafirler:

Aynı sürenin, 6-7 ayetleri de, inanmamakta direnen, bu sebeple kalpleriyle kulakları mühürlenen, gözlerine de perde çekilen ve azaba müstehak olan inkarcılardan bahsetmektedir.

3-Münafıklar:

8-21 ayetleri ise, inanmadıkları halde inanıyor gibi görünen, Allah’ı ve müminleri kandırmayı düşünen, toplumda fitne ve fesatçı karan, Müslümanları küçük görüp onlarla alay eden, şeytanla işbirliği içinde olan, hakikatlere karşı kör, sağır ve dilsiz kalan, kalplerinde hastalık bulunan insanları söz konusu etmektedir.

<span style="color:#0000ff;"><strong>b-Kalbinde hastalık bulunan gruplar:</strong></span>

Hastalık kavramından yola çıkarak belirleyebildiğimiz kalp hastası insanlar dört grup olarak karşımıza çıkmaktadır

1-İnkarcı grubun kalp hastalığı:

İnkarcılığı benimsemiş, kabullenmiş, fıtratlarını iman etmeme üzeri oluşturmuş, inkarcı kimliğiyle ölmeye azmetmiş, kalpteki hastalıklarıyla beraber inkarcılıkları da sürekli artan kimselerdir (9/125). Bütün ibret verici olay ve tebliğe rağmen, akıllarını ve düşüncelerini hakikatlere karşı yönlendirme istek ve istidatları kalmamış, hasım kesilmiş insanlardır (74/31).

Beşinci bölümde örnekler gelecektir. Ebu Lehep gibi…

2-Münafık grubun kalp hastalığı:

Kalpleri tamamen boşlukta, güvensiz, inanmadıklarını yaşamak zorunda kalan düal yaşamlı kimseler. İçlerindeki çift kişilik ve kimliği, dışlarına yalan ihanet ve fitne fesat olarak yansıtmaktadırlar. Şeytanla işbirliği içinde insanları sürekli kandırmak, yalan haber yaymak, alay konusu olabilecek olay bulmak için adeta zorlarlar (2/10-15; 9/60). Söz verdikleri halde sözlerinden döner, savaş gibi önemli bir konuda bile yüzüstü bırakıp kaçarlar(33/12)

3-Müslüman grubun kalp hastalığı:

Bir iki ayette münafıkların dedikodularını paylaşan, ümit kırıcı davranışlar sergileyen, savaşa soğuk bakan aynı zamanda (Bedir ve Hendek vesilesiyle) itham edici yaklaşım sergileyen bazı Müslümanlardan bahsedilmektedir (8/49,33/12)

<span style="color:#0000ff;"><strong>c-Müslümanların dört kalp hastalığı:</strong></span>

1-İnanç zayıflığı: Bu gurup muhtemelen yeni Müslüman olmuş, ya da Müslümanlığı içine tam sindirip eski düşüncelerinden tam kurtulamamış üç beş insanın durumunu belirtmektedir. Bunlar Münafıkların tenkit hatta itham edici tavırlarına uyarlar ve savaşın sıkıntısından bir an önce kurtulma çabası içine girerler (33/12). Bu Allah’a ve Peygamber va’dine karşı bir güvensizlik duyma adına inanç için ciddi bir handikap olabilecek bir hastalıktır. Paronaid denilen evham hastalığının bir göstergesi sayılabilir. Bu maddeye “Kimlik bunalımı” “Ya da ben lik bozukluğu” da diyebiliriz.

2-İrade zayıflığı:

Bu öyle anlaşılıyor ki, cinsel konularda zaafı olan bir kısım insanları ele almaktadır. Ayet aynen şöyledir: “Ey Peygamber hanımları! Siz kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz. Eğer Allah’tan korkuyorsanız, çekici, tahrik edici bir eda ile konuşmayın!..Sonra kalbinde hastalık bulunan kimse ümide kapılabilir. doğru ve güzel konuşun” (33/32). Ayetin devamında da

Cahiliyedeki gibi açılıp saçılmayın uyarısı gelir…

Öncelikle bilmekte yarar vardır, ilahî beyanla, Peygamber eşleri müslümanların anneleri olarak ilan edilmiştir (33/6). Ve ölünceye kadar Peygamberimizden başka hiç kimseye eş olamazlar. Bu mahremiyete rağmen, kalp hastaları karşısında uyarı yapılmaktadır. Nefis ve bilinçaltı konusunda temas edeceğimiz gibi, iradesi tam işlemeyen, kalbi hasta, zihni zayıf insanlar, nefisleriyle hareket ederler. Nefis ise bilinçaltı gibi helal haram bilmez, mahremiyet tanımaz, ensesti bile doğal olarak algılayabilir.

Peygamber Efendimiz, insanın mahremi de olsa, avret yerlerini muhafaza etmesini öğütlemiştir. Bu son derece önemli bir konudur. Çünkü hiç bir beden parçasında, simadaki anlam bulunmaz. Simaya bakışla bedenin farklı yönlerine bakış arasında önemli farklar vardır. Simaya bakınca orda ruh, akıl, kalp ve vicdan hüküm sürer. Oysa nazarlar simadan uzaklaşınca tamamen nefis devrededir ve onun asla insafı, vicdanı, sınırı ve ölçüsü yoktur, sima tanımaz!..

Kur’an günümüzde de kimi insanları esareti altına almış cinsellik hastalığına ve enseste uzanan çizgiye dikkat çekmektedir.

Öte yandan, bu kalp rahatsızlığının hassasiyetine dikkat çekme adına sadece bir kaç sözün bile hasta ruhlarda tetikleyici, duygu uyarıcı fonksiyon icra edebileceğine, bu yüzden dikkatli olmaya dikkat çekiliyor. Bir şuh söz, zincirin ilk halkası olabilir, bir bakış. bir dokunuş fuhuş eylemine yol açar.

Ayrı bir konu: Cinsel bazı saplantılar gerçekten bir hastalıktır, sapıklık ve ahlaksızlık diyerek bu tür ruh hastalarını dışlamak doğru değildir. Gerek psikiyatristlerden yardım alarak gerekse dini telkinlerle, bu tür hasta insanların şifa bulması, günahlardan korunan insan haline gelmesi için çaba göstermek gerekir.

“Her bir günah içinde küfre giden bir yol vardır” sözü de bu noktada ufuk açıcıdır. İnkarcılık bütün buhran ve bunalımların en büyük kaynağıdır. Günahlar da insanı bu kaynağa yaklaştıran dikenli yollar!..

Her bir günahta insanı bir kısım psikolojik rahatsızlıklara sürükleyebilecek bir yol, pek çok duygusal ve düşünsel boyut vardır denebilir…

Bu tür saplantılar bir kalp işi olduğundan, belirsizlik vardır. Kimin kalbinde, duygu ve düşüncelerinde, cinsel hassasiyet ve saplantılar olduğunu bilmek, dış görünüş itibariyle mümkün değildir. Ayet belli bir insanı muhatap etmiyor, “kalbinde hastalık bulunan kişi” diye belirsiz bırakıyor. Bu bir komşu bir akraba, meslektaş veya bir arkadaş da olsa, yaşı da ne olursa olsun, gerekli tedbirleri almada yarar vardır. Kültürümüzde ev halkı için bile edepli davranışlar ve tutumların sergilenmesi bir dini gelenektir. Anne babanın kapısını çalma gibi!..Yukarda değnidiğimiz gibi en yakın mahrem de olsa, belli ölçülerde tedbirli kıyafetlerle dolaşma, sereserpe uzanmama gibi!..

Ayet bir tatlı söz uyarısıyla, nerelere kadar tedbir alınması gerektiği konusunda ilgilenecek olanlara bir ölçü sunmaktadır.

Konu, “İnsanın içi temiz olsun!, “Kardeşim senin de için fesat, herkesten şüpheleniyorsun, esasen sen paronayak olmuşsun!” diyenlere itibar edip etmemek de okuyucuya kalmış bir şeydir!..İlerde ele alacağımız şeytanın bu konudaki yaklaşımı, Yasak ağaç, Kabil-Habil olayı, bu olaya biraz daha ışık tutacaktır zannederiz.

Ayet, böyle bir şey olması muhtemel uyarısını veriyor. Tedbirli olmaya davet ediyor. Zinaya yaklaşmayın ifadesinde olduğu gibi, duygu ve düşünce kıvılcımının oluşmasına zemin hazırlanmasına karşı duyarlı olmaya çağırıyor. Özellikle risk taşıyan şahıs ve ortamlara karşı tedbir öneriyor. Peygamberimizin, Hac gibi ulvî duyguların yaşandığı bir vasatta bile, bineğinin terkisinde oturan rüşt çağına yaklaşmış yeğeninin yüzünü, kadınların bulunduğu tarafa çevirmemesini sağladığını biliyoruz.

Hijyen adına sağlık tedbirleri, beden için ne kadar gerekliyse, bu tür tedbirler de kalbin manevi sağlığı için o denli
gerekli olabilmektedir.

Tesbit edilebilecek bir husus da, Allah korkusunun, saygısının bir ölçü olarak verilmiş olmasıdır. Bu saygının eksikliği, kalp duyarlılığında zaafiyetler meydana getirebilir. Namaz kılınan, Kur’an okunan ortamlarda bile, şeytanın duyguları kurcalaması, nefsin belli şeylere tamah etmesi söz konusu olabilir. Kalp akıl ve nefis ve hayır adına aksiyoner bir yaşam şekli ile, bütünlük içinde komple ve etkin bir Allah saygısı oluşturulmamışsa, namazlı niyazlı insanlar bile sürçebilir…Nitekim birinci maddede inanç zayıfı olan insanların, aksiyon anlamlı cihada karşı soğukve uzak olan insanlar olduğunu belirlemiştik. Milletine ilim ve hayırlar adına hizmetlerde koşmaktan lezzet alan şevk dolu insanların, bu tür zaaflardan uzak kalacakları çok yüksek ihtimal, hatta bir vakıadır. Nefiz yavuz bir hizmet eden hizmetkar da olabilir.

3-İletişim zayıflığı:

Bu maddeye, “Kişilik bozukluğu” veya “Ruhsal hastalık” da diyebiliriz.

Bazı insanlar inançla benlik kimliklerini oluşturmuş, ibadetlerle kişisel sağlıklarına kavuşmuş olabilirler. Fakat davranışlarında bir kısım yanlışlar veya eksikler görülür. İnsanlarla ilişkilerinde yeterli ya da başarılı olamazlar. Bazı duygu ve düşüncelere saplantı için de, toplum hayatında huzur bozucu, fitneye sebep olucu (33/60) tutum içine girebilirler.

Oturmuş kişilikleri de olsa bu gibi insanlar, kendi doğrularında hapis olduklarından, müştereklerden oluşan objektif ölçüleri bulunmadığından, kamuoyu vicdanında tasvip ve kabul görmez, din adına da olsa sıra dışı hatta bölücü kabul edilir, ve evrensel bir kimlik ve temsil keyfiyeti sergileyemezler. Kur’an’ın evrensel dilinden çok, seçilmiş ayetlerin sloganlaştırılmasıyla oluşan, klik ve hizip anlayışına uygun bir dil kullandıklarından, ma’şerî vicdana mal olacak bir söyleme sahip değildirler.

Bir ülkede gruplar olarak bunun örnekleri gözlenebileceği gibi, Müslüman milletlerin dünya kamuoyundaki durumları itibariyle de evrensel bir iletişimden söz etmek imkansız görünüyor.Çünkü evrensel aksiyon ve temsil kimliğinden yoksun bulunuyorlar.

Demek ki Müslümanın kendini ve Kitabını dünyaya anlatamaması, Kur’anî bir iletişim bütünlüğüne sahip olamayışındandır. Bu maddeye “Davranış bozukluğu” da diyebiliriz.

4-Aksiyon zayıflığı:

Ayeti aynen yazmalıyız:

“İman edenler, keşke cihat hakkında bir sûre gelse!” derler. Fakat açık bir hüküm olarak cihatla ilgili sûre gelince, kalplerinde hastalık bulunanların sana, ölüm bakışı gibi baygın ve isteksiz baktıklarını görürsün. Onlara bu yakışır!.

Onların vazifesi, itaat ve güzel sözdür. İş ciddiye binince, Allah’a sadık kalsalardı onlar için hayırlı olurdu!”

(47/20-21).

Halk dilinde mangalda kül bırakmamak denir. İşin lafını ve dedikodusunu çok yaparız. İş başa düşünce, başımıza bir ağırlık çöküverir. Mal ve candan fedakarlık istenir, yüzümüz düşüverir. Ağırca Hizmet definesinin zorluklarla taşındığı görülür de, bir el atma yerine, yükümlülükten kaçmak için ne taşlar atılıverir!..Biraz himmet teklif edilince sanki can boğazdan çekiliyor zannedilir, cehennem ateşi unutulur da, bu sıcakta da sağa sola sefer edilir mi denir (9/81). Dünyalık işlerde, menfaat ve ten lezzetlerinde ön safta koşulur, ilim ve irfana, ülke ve dünya insanına hizmet denince yola çıkmadan niceleri yorulur…Ülkeler ve ideolojiler aleyhine propagandalar yapılır, sloganlar atılır; “Gel onlar gibi çalışalım dersin, “Sen mi kurtaracaksın?” deyip sırt üstü yatılır!.. Eylemsizlik bireysel olduğu kadar toplumsal bir psikolojik illettir. Ruhları saran bir kanser gibidir. Tarih tekerrür ettiği halde ibret alan yoktur. Hamle ruhu sönen her millet tarihte çağlayan iken, durağanlaşınca yosun tutmuş ve kokuşmuştur. Duran ve yosunlaşan bu millet, aslında kendini hasta yapmış, pek çok psikolojik rahatsızlıklara kucak açmıştır. Millî bir ilim ve Hizmet seferberliği yapılırsa, bu fert ve toplumu yatağa yatıran ruh hastalığından kurtulmak mümkün olacaktır. Bu maddeye başka bir isim de siz bulmalısınız?..

Olumsuz yönleriyle ele aldığımız bu hasta kalpler, inanç, ibadet, ameli salih, takva, istikamet, ihlas, ihsan ve islah gibi etkili ilaçlarla tedavi edilirse, hastalıklar gitmiş sağlıklı kalpler yerini almış olur.

Son olarak, bir kalp hastalığının oluşması aşamalarını, yine hastalıkla ilgili ayetlerden yola çıkarak takdim etmek
istiyoruz.

<span style="color:#0000ff;"><strong>d-Kalp hastalığının gelişim aşamaları:</strong></span>

1-Hasta kalp:

Bu kalp Müslümanların sahip olduğu kalptir. Bu Müslümanlar içlerinde ve yaşamlarında; inanç, irade, iletişim ve aksiyon aşamalarını tamamlayarak kalp sağlığına kavuşamamış kalplerdir. Bu dört Müslüman kalp hastalığının biri-ikisi veya üçü-dördü birden bir insanda bulunabileceği gibi, dördü birden de olabilir. Bu komple hastalık durumu, ise katı kalp kategorisine girme riski taşıyabilir.

Ayetin ifadesine göre Allah kalbinde hastalık bulunan Müslümanları imtihan etmektedir. Bu imtihanda insanı kalp hastası yapmak için dört koldan saldıran şeytanın müdahalelerine fırsat tanınmıştır. Çünkü bu hastalıkları insan kendi hazırlamış ve bu hastalıkların her biri ruhta farklı bir boşluk oluşturmuştur. Bu ise korumasız kalbi hasta etmesi için, şeytana açık kapı bırakmak, davetiye çıkarmak demektir (22/53).

2-Katı kalp:

Kalpleriniz bundan sonra da yine katılaştı. Taş gibi oldu hatta ondan da katı hale geldi (2/74)

İsrail oğulları sık sık kalp hastalığına yakalanıyorlardı. Çünkü devamlı Musa’yı zorluyorlar, Allah’tan ve Musa’dan yeni istekler de bulunuyorlar, gönderilen vahiy emrini beğenmedikleri oluyordu. Mesela Hz.Musa vahiy almaya gider gitmez, altınları eritip tanrı diye bir buzağı yapmışlardı. Sözlerini sürekli bozuyorlardı. Böyle bir sebeple ayet diyor ki:

“Onları lanetledik kalplerini katılaştırdık, onların azı hariç hepsinde hainlik içinde görürsün!” (513)

“Ehl-i Kitap gibi olmayın, zaman geçince onların kalpleri katılaştı (57/16).

Eski milletler, kendilerine gönderilen Peygamberleri tanımadılar, sıkıntı ve hastalıklardan ders almadılar. Hiç bir zaman boyun eğmediler. Çünkü kalpleri iyice katılaşmıştı, şeytan yaptıklarını süslü göstermişti (6/43). Onlar da iyice şımarmış, azmışlardı(6/43).

Allah’ı anma konusunda kalpleri katılaşanlara yazıklar olsun. Onlar kesin bir dalalet ve sapıklık içindeler” (39/22).

3-Mühürlü kalp:

Allah o kafirlerin kalplerini ve kulaklarını mühürlemiş, gözlerine de perde çekmiştir, onlara azab vardır (2/7)

Uyarılara ve sıkıntılara aldırmayan, nimetlere nankörlükle zulme devam eden topluluklar helak oldu. Allah kulakları sağır, gözleri kör eder, kalpleri de mühürlerse, Allah’tan başka hangi tanrı bunları geri verebilir? (6/46)

“Nefsini hevasını tanrı edinen, Allah’ın saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürleyip gözüne perde çektiği kimseyi gördün mü? (45/23)

“Hateme-mühürledi” kelimesinden başka, “Tabea” kelimesi de mühür vurdu anlamına gelir. Bu kavramın geçtiği ayetler incelen diğinde, aynı şekilde üç grup insanın kalbinin mühürlendiği anlatılmaktadır:

<strong><span style="color:#0000ff;">e-Kalbi mühürlenen gruplar</span></strong>

1-İnkarcılar:

Bu insanlar, Allah’ı ve ayetleri inkar eden, Peygamberleri öldüren, mucizeye saçma diyen, hakikatlarla mücadele eden, kibirle nen ve zorbalık ve zulüm yapan Firavun gibi kişiliklerdir(4/155, 30/59, 40/35)

2-Münafık ve mürtedler:

“Hevalarına uyarlar, Peygamberi dinledikten sonra çıkar, “Ne dedi bu?” diye alay ederler. İnandıktan sonra vazgeçer inkara düşerler. Peygambere yalan mazeret beyan edip, Tebük gibi savaşa gitmekten vazgeçer, evde kadınlarla otururlar

(9/87,16/106,63/3)

3-Müslümanlar:

Münafıklara uyarak Tebük seferine çıkmayan kimseler için nazil olduğu anlaşılmaktadır (9/93). Peygamberimiz, bu kişilerle konuşma yasağı getirmiş, içlerinden ciddi tövbe edip günlerce üzülenler için af ayeti gelmiştir. Bu, Müslüman olanların, tövbe sayesinde kalp mühürlenmişliğinden kurtulabilecekleri anlamına gelmektedir. Savaştan kaçmak, Allah’a şirk gibi büyük günahlardan biri sayılmaktadır. İmana ve doğru bilgiye muhtaç insanlık için ihlasla hizmet yapmak, Müslümanı bu tür tehditlerden korumuş olacaktır.

Bir ayette şeytanın kalpleri hasta ve katı olanlara geldiğinden (22/52) ve münafıklara benzediğinden (59/16)
bahsedilmektedir.Demek ki mühürlenmiş kalplerle vakit kaybetmek istemiyor. Müslümanlara zaten gelecektir, fakat münafıklara gelmesinin sebebi, iki yüzlü davranıp Müslümanların içine daha kolay girebildiği ve sağdan yaklaşarak kandırmaya çalıştığı içindir.

<span style="color:#ff0000;"><strong>4-AKIL</strong></span>

Kur’an, 150’ye yakın ayette, sürekli eylem halindeki fa’âl akıldan söz edilmiş, Akıl kelimesi yerine aklın kullanılması esas alınmıştır (l3/19, 14/ 52, 39/21). Kalp daha çok manevi lezzetle algılarken, Akıl, Allah’ın sıfat ve isimlerini kavramada kalp gibi aktif rol oynayabilir. İnsan aklıyla melekten farklı olarak, esmanın tecellisi olan eşyaya bakarak, tadarak dokunarak, olayları yaşayarak, aklıyla değer lendirebilir ve bu kalpteki iman peteğinin zenginleşmesine, marifetin artmasına yol açabilir.

Aklın esas misyonu, kalp ve ruh dengesinin korunmasında önemli rol oynamaktır. Akıl, okur, düşünür, terkiplere ulaşır, kalbi besler. Kalple, kalpteki iman merkezi ile irtibatını koparmış bir aklın dengesizleşmeye başlayacağında kuşku yoktur.

Kur’an, aklın ilk planda doğrudan Allah’a, tek oluşuna, O’nun Kur’an, evren ve insandaki ayetlerine-delillerine yönelmesini ve ilahi maksatları ve hikmetlerini anlamasını ısrarla ister (2/73,14/52) Hakla batılı, iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı, pis ile temizi ayırt etmesini, hikmetleri kavramaya çalışmasını bekler (2/269;5/100). Önemli bir konu olarak da geçmiş olayları ibret gözüyle çok iyi etüt etmesini emreder (12/ 199, 20/128). Dünya ile ahiretin farkını kavraması gerektiğini söylerken de (6/ 32, 28/60) güzel söz ve bilgi için çabalaması gereğini vurgularken de (39/9,18) hep aklın denge içindeki pozitif alanlara yönelmesi için uyarır.

Nihayet, dengeyi sağlamak için, aklın hatalı yorumlarda kullanılmamasına (3/7), geçmişin yanlışlarına saplanmış ataların peşinden, sorgulamadan körü körüne gidilmemesine (2/170) böylece Allah’tan koparak uzaklaşılmamasına dikkat çeker (39/43).

Akıl erdire meyenlerin sadece inkarcıların olduğuna da parmak basarken (5/103), aklını müspet yolda kullanmamanın, canlılar içindeki en kötü bir özellik olduğuna işaret eder (8/223) Burada da iki aşırı uç nokta; aklın kullanılmaması da yanlış yollarda kullanılması da eleştirilmiş oluyor ve bir ölçü ve denge sunuluyor.

Akıl hayatın, ilk var edilen süzülmüş özü, evreni ve insanı tarayan gizli gözü gibidir. Cennetlere sığmayan, melekleri aşıp onları hayran bırakan potansiyel gücü ve misyonuyla da şeytanı kıskandıran ilahî nefesli bir cevherdir. Akıl, duygu ve düşünce üstü bir hikmet ve hakimiyet misyonuna sahip olduğundan, yerdeki ilk görevine de, halife-yeryüzü yöneticisi olan bir Peygamberle başlamıştır.

Bu otoriter gücüne rağmen Aklın, ruh ve mana konularında yetersiz kaldığı olur ve vahyin aydınlığına, ihtiyaç duyar. Çünkü akıl eşyanın mülk yönüne, zahirine daha çok meyillidir. Ruhun dış gözü olarak, daha çok dünyaya baksın diye yaratılmıştır.

Ruhun öte lere açılan iç gözü olan vicdanla daima irtibat halinde olmalıdır. Zira vicdan sonsuz hayat özlemi çekerken, akıl vicdandan koparsa, fani dünyaya kapılabilir. Bir gün semalar ötesine yolculuk yapar öbür gün bir damlada boğulur. Bir gün dünyayı darı danesi gibi görür, evrenleşir, başka bir gün, darı danesi kadar küçük hafıza merkezinde, o merkezin kapısının hayal mandalında hapis olur ve bir adımlık çıkmaz evren sokağında dolanır durur.

Kur’an, akla eşyaya iç gözle bakmayı öğretmektedir. Çünkü Kur’an, kainat hayatının hem ruhu hem aklı gibidir. Akıl, sadece bir düşünceye yoğunlaşabilir, dile bir söz söyletebilir. Kur’an, kıyamete kadar gelecek bütün akılları (ins-cin) nazara alarak külliyetli söz söyler. Ayrıca her sözünün değişik anlamları ve maksatları olabilir. Bu yüzden akıllar, kendilerini

Allah kelamında bulabilirler. Felsefe Tarihi, aklın eksik gözle çıktığı, birbirinden taban tabana zıt düşünce serüvenleriyle doludur. Aynştayn: Dinsiz ilim kördür der. İlimsiz dini yaşamayı da topallık olarak görür.

Akıl güçlü bir alettir. Gerçek sahibi Allah adına kullanılırsa, kainattaki rahmet ve hikmet hazinelerini ve insanın
sırlarını açan bir anahtar, sonsuz cennet hayatını kazandıran bir rehber olur. Aslında sönük küçücük bir gözü olmasına rağmen akıl, Allah’ın Hakîm ismi nin nuruyla bakarsa, cüz’î iradenin Küllî iradeyi çekmesi gibi, kainat ufuklarında küllî dikey yolculuklar yapabilir.Tefekkürün ibadet sayılmasının esprisi de buradadır. Ancak akıl, vicdan ve kalp komşularına sadık kalmaz, onları terk edip, savaşçılarını bırakıp kaçan lider gibi, kendi başına hareket ederse, nefsin ve düşman şeytan güçlerine esir olması kaçınılmazdır. Akıl, ulaşamadığı alemlerin temsilcileri olan kalp ve vicdanla sık sık iletişim kurmalı, buluşup gezintiye çıkmalı ki ve hasbihal etmeli ki, onların manevi bilgilerinden ve zevklerinden yararlansın!

Akıl, nefis ve şeytan hesabına işlettirilir, vicdan ve kalpten bağlantısını koparırsa, hem bir kötülük aracı olabilir hem de geçmişin bütün elemlerini, geleceğin endişe ve korkularını ve günlük yaşadığı olayların bütün ağırlığını zayıf omzuna yüklenmiş olur. Gemide gittiği halde sırtındaki yükleri yere bırakmayan akılsız yolcu gibi… Bir lezzete dokuz elem karıştırır. Unutmak için eğlence ve sarhoşluğa koşar. Bu da bazı psikolojik rahatsızlıklara davetiye çıkarmak, akıl hastalıklarına zemin hazırlamak demektir. Tarihte, işgal ve katliamla rıyla ünlenmiş, dahi denilen akıl canavarlarının örneklerini de görebiliyoruz.

<span style="color:#ff0000;"><strong>NEFİS</strong></span>

Rahmana da şeytana da muhatab, elmas kömürden bir cevher bir keskin bıçak…O, ya şeytanın başkonsolosu, arka bahçesi ve bilinçaltı mezarlığı ya da yedi renkli bir gökkuşağı ufkunda başa taç olacak… “İlahi! Göz açıp kapayıncaya kadar bile bizi nefsimizle başbaşa bırakma!”…

Nefis kavramı Kur’an’da öncelikle, insanın, aklı kalbi canı ve bedeniyle kendisi, Hz.Adem’den aldığı bütün ve esas varlığı olarak kullanılır (7/72 189) mal ve nefisle cihat etmekten (61/11), cennet karşılığı nefsi Allah’a satmaktan (9/11), nefsin ölümü tadacağından (3/185), cennette nefsin hoşuna gidecek her şeyin bulunduğundan söz edilir (21/102, 41/ 31). Nefisle ilgili ayetlerin çoğunluğu ise insanın nefsine zulmetmesine dikkati çeker (2/57).

Bizim üzerinde duracağımız konuda ise nefsin küfre girmesinden (9/17) günahlara dalmasından (6/64), arzularının peşinden koşup (5/70), kötü şeyleri istemesinden ve yapmasından (5/80, 10/30), haddi aşması, kibir, cimrilik gibi olumsuz duygularından (39/53, 25/21, 64/16) bahsedildiğini görüyoruz. Özellikle bir yerde nefsin, şeytan gibi günahları süslü gösterme özelliğinden (12 /83) nefis-şeytan işbirliği içinde olanların, mahşerde şeytan tarafından yalnız bırakılacağından (14/22) söz edilir.

İki ayette nefsin ilah gibi muamele görmesi, heva’nın yani nefis arzularının tanrılaştırılması (25/ 43, 45/23) Firavunun da bunu kendisiyle bütünleştirip ilan etmesi dikkatlere verilir (79/24). Nefis, kendisine denge sağlayabilecek beden dostları kalp ve akıl tarafından yapılan teklif ve uyarıları reddedip, kendi başına benlik sevdasına kapılınca, ilahlık hayallerini bile kurmaya başlayabiliyor.

Ve Kur’an, nefse, ölçü ve denge adına tezkiye-temizlenme ve kurtuluşa ulaşma yolunu gösterir (4/49, 35/18, 87/ 14, 91/9)

Denge kazanması adına yollar gösterir, nefsin çaba aşamalarına güzel anlamlar yükler, teşvik eder ve coşturur: Emmare (günahları arzulayan) nefsin (12/53), Levvame (hatalarından pişmanlık duyan) nefis (75/2) haline gelmesini ister, Mutmainne (Allah’ı bulmuş, huzura ermiş) nefsi alkışlar. Radıyye (Allah’dan razı olan) ve Mardıyye (Allah’ın razı olduğu) aşamalarında nefse adeta cennet yolunda, ilahi bir ağırlama ve mihmandarlık söz konusudur (37/27-30). Ötesinde nefis için tüm ölçüler yok olur. Kur’an, Nefsini temizlemeyen, kendini değiştirmeyen kimseye, Allah’ın o durumuna uyan muamelesinin değişmeyeceği ihtarını verir (13/11).

Nefis, adeta cennetin sınırsız nimet ve zevklerinin ete kemiğe bürünmesi ve bedenleşmesi gibidir.Bu sebeple nefse sınırsız bir yöneliş ve zevk alma gücü verilmiştir. Bu meyletme ve arzulama duyguları, vicdanın, Allah’a dönük sevk ve şevk kanatlarının nefisteki izdüşümleri olarak değerlendirilebilir. Nefisteki bu kopya iki duygu asıllarıyla bütünleşip, Allah’a yönelsin ve buluşsun diye verilmiş olduğundan, sınırlı dünyada, geçici zevklere kurban etmesin diye de sınırlar çizilmiştir.

İki tarafına da (Kirâmen Kâtibin gibi) irade (akıl) ve vicdan (kalp) isimli, iki uyarıcı, denetleyici, yönetici iki güç
verilmiştir. Akıl doğru bilgiyle, kalp de sağlıklı inançla donatılır aydınla tılırsa, önü alınamaz arzuların kaynağı olan
nefsin, ölçü ve denge içinde denetlenebilmesi ve her isteğinin, hayır yoluna, güzel olana ve olumluya kanalize edilmesi mümkün olabilecektir.

<span style="color:#ff0000;"><strong>NEFSİN VERİLİŞ HİKMETİ:</strong></span>

Nefis, Allah’ın isimlerine aynalık yapmaktır. Melekler yemez içmezler, erkeklik ve dişilikleri yoktur, insanlar gibi
nefislerine yenik düşüp günahlara girmezler, hasta olmazlar, ölüm acısı yaşamazlar. Oysa insan bunları yaşayarak, Allah’ın Rezzâk (Rızık veren), Şâfî (şifa veren), Tevvâb (Tevbeleri kabul eden), Afüvv (Af eden), Mümît (Ölüm veren)…gibi isimlerin tecellisine ayna olurlar. Özellikle bize “Melek Anneciğim!” dedirten olayda; annelerimiz melek olamaz, fakat melekler de anne olamazlar. Anne rahmi, Allah’ın embriyo oluşturan isimlerine adeta muhteşem bir tuval olarak, Allah’ın anne ve yavrusuyla alâka kurmasına vesile olmakta, meleklerin yapamadığı görevi yerine getirmektedir. Bu yönüyle nefis ne muhteşem bir sanat şaheseridir!..

Diğer bir hikmeti, Ene-Ego-Benliğimizi ölçü yaparak (Mikyas, Vahid-i kıyasî) isimlerini tanımak ve sonsuzluğunu anlamaya çalışmaktır. Bizde tecelli eden sıfatlara subutî sıfatlar diyoruz. Hayat, ilim, irade, kudret, işitme, konuşma, duyma gibi…Ayrıca Allah’ın ahlakı ile ahlaklanmakdan bahsederiz. Bu diğer isimleri gibi davranmak anlamına gelir: Sabır, affedicilik, cömertlik, temizlik, selamlaşma, güven verme, onurlu olma, adalet, hilm, hikmetli olma, hesaplı planlı sanatlı sağlam yapma, her an aktif olma gibi…

Ego (Ene, Benlik), nefsin temsil gücü halidir. Ya “Ben benim sen sensin!” der, ya da “Ben Kulum Sen Rabbimsin!” der. Onun Kimlik tanımı kısaca budur. İrade, akla nasıl anlam ve güç kazandırıyorsa, Ene-Ego da nefse öyle değer ve anlam kazandırır.

Ego, ya sadece kendine bakar, takılır, basit bir harf olarak kalır; ya da kendine, kelimeler cümleler kitaplar oluşturan Yaratanın bir harfi olarak bakar ve anlamlaşır, sonsuzlaşır. Ya zevklerin kölesi olur bir cam parçasında bir yansıma olarak hapis olur kalır, ya da Rabbe yönelir ruhlar semasında bir özgürlük güneşi gibi yerini alır.

Ene, iyilik ve hayırda Rabbine bakıp şükretmeli, kötülük ve şerde kendine bakıp istiğfar etmeli, kendini savcısı olmalıdır.

Bir diğer hikmeti, basitliğimizle mükemmelliğini, küçüklüğümüzle büyüklüğünü anlamak ve O’na yönelmektir. Her şey zıddıyla bilinir. Allah’ın zıddı yoktur. Bu yüzden hiç bir şeye benzemez. Bize kendini hissettirmek ve yönlendirmek için acizlik verdi onun kuvveti ne döneriz. Zayıflık verdi kudretine sığınırız. Fakirlik verdi zenginliğinden isteriz. Açlık verdi rızkını ararız. Hastalık verdi Şifasını dileriz. Fanîlik verdi Bakîliğini ararız. Bizi kul yaptı sadece O’na ibadet ederiz; ihtiyaç sahibi yaptı sadece O’ndan yardım isteriz. Bize nefis verdi; melekten farklı olarak günah işleyebiliriz ve O’nun kapısına günahtan yanmış olarak döneriz, orda yanmamak için tövbe ederiz, temizlendiğimizi görür, hamd ederiz. Her konuda imtihan eder sıkıntılar verir, dua eder Sabrına sığınırız. Hayat boyu her halimizle, O’na sürekli bir bir arzuhal penceresi açarız. Ene bir diyalog hattı gibidir.

Buna bağlı olarak nefsimizin bir varlık sebebi de, nefisle (ve şeytanla) mücadele etmektir. Biz iman enerjisi ve ibadet idmanıyla, irademizin hakkını vererek, hayat maratonunda, kulluk kulvarında, nefis ve şeytan rakiplerini ardımızda bırakarak, günah engellerini bir bir aşarak, Allah rızasına ve cennet madalyasına koşarız. Böylece hem makamımız yükselmiş hem manevi yeteneklerimiz geliş miş inkişaf etmiş olur. Bu sebeplerle nefis için bir sınır çizilmemiştir. Sonsuz gerçek olan

O Güzele doğru, sınırsızca yürüsün diye!..

Öte yandan nefis, Allah’ın nimetlerinin tadını alarak şükretmeye vesile olmaktadır. Ayrıca nefse takdim edilen peşin avans lezzetler sayesinde neslin çoğalması sağlanmaktadır. Bu yönleriyle nefsimize “Ne mübarek şeymişsin sen!” dense yanlış olmaz.

İnsanın nefsiyle-kendisiyle barışık olması ne demektir? Kendini sevmesi midir? Öz güveninin olması mıdır? Hiç bir komplekse kapılmaması mıdır? Kusurlarını kolayca görebilmesi ve itiraf edebilmesi midir? Sevgi dolu olması, insanlarla kolayca iletişim kurabilmesi midir? Hayata olumlu ve toz- pembe bakmasını bilmesi, her sıkıntısını kolayca atlatabilmesi midir?

Kendine güven duyması hiç bir engel tanımaması, özgürce dolaşması mıdır?

Bu ve benzeri tespitlerin her biri belli bir hakikati yansıtmaktadır kuşkusuz. Ancak bütün bu arzulanan niteliklerin bir insanda bir arada bulunması oldukça zordur Ayrıca Nefsin hoşuna giden ve manevi hayatı için tehlike olabilecek şeylere onay verme gibi bir tehlike de söz konusudur.

İnsanın kendisiyle barışık olması, kendisiyle Rabbisi arasında bir küslüğün olmaması, O’nunla barışık olması demektir. Çünkü kendini seven mutlaka, nefsini kendine veren Rabbisini de sevme durumunda olacaktır. Postacının getirdiği hediyeyi alıp öpmek başa koymak bir sevgi göstergesidir, Ama kime?..Tabi ki gönderene olmalıdır bu!..Bize bunca nimetleri gönderenle barışık olmadıktan, O’nu tanıyıp saygımızı ifade etmedikten sonra, nefisle barışıklık nefis hesabına olacaktır. Ve nefsimizi, yaratanın önüne geçirmek anlamını taşıyacaktır. İnsanın kendisiyle barışık olması kendisini anlaması, bilmesi, sevmesi, onu

Yaratıcısına ulaştırabiliyorsa anlamlıdır. İnsanın kendisini ve sevdiği her şeyi sevmesi, O’nun namına olursa bir değer ifade eder.

Nefsin hoşuna giden her şeyi sınır tanımadan yapan insana kendisiyle barışık denmez; nefsinin ve zevklerinin kölesi olmuş denir. Ve şeytan, kendine üs olarak gördüğü nefsin her zevkiyle barışık olan insanlarla son derece barışıktır hatta onlara bayılır. Bu yüzden nefsin, ateşkes ilan edip barış istemesine hemen kanmamak, uyanık olmak gerekir. Çünkü Yusuf Peygamberin diliyle nefsin tabia tında, daima kötülükleri istemek ve emretmek vardır.

Nefsin her istediği kötü olmayabilir, fakat istediği hiç bir şeyin iyi mi kötü mü olduğunu (kalp ve akıl yardımı almadıkça) bilememektedir.Bu yüzden nefsimiz ”Gel barışalım!” şeklinde bir şey mırıldanırsa,“Bunun altında bir bit yeniği olmasın, şeytana megafonluk yapmasın!” diye titiz davranmak gerekir. Çünkü asla unutmamalıdır ki, kukla oynatıcılar gibi, nefsin istek ve davranışlarının ardında, onu yönlendiren şeytan, daima tetikte hazır beklemektedir.

Nefis arzularına karşı set çekme kavramını Kur’an’da anlatılan Zülkarneyn olayından iktibas edebiliriz (11/83-99). Bu zatın peygamber olup olmadığı konusunda ihtilaf vardır. Zamanı ve mekanı belli olmayan bir yolculukta, belirsiz bir topluluk, ondan farklı anlamlarda yorumlanan Ye’cüc ve Me’cücün bozgunculuğundan şikayet ettiler. O da aşılması mümkün olmayan, teknik yönü güçlü bir set yaptırdı. Zülkarneyn hem manevi yönü hem de maddi yönü güçlü bir insanın kalp ve zihin boyutlarını simgeliyor gibi. Şeytanla nefis de iki güçlü bozguncuyu! İnanç ve bilgi gücüyle nefsin ve şeytanın bu önü alınamaz tahribatı önlenebilir.

Sonuç olarak nefis, Allah’a yönel mek, onu tanımak, sevmek, O’nunla barışık olmak için verilmiştir…

<span style="color:#ff0000;"><strong>NEFSİN TEMİZLİK DERECELERİ:</strong></span>

<span style="color:#0000ff;"><strong>a-Hevasını ilah edinen nefis:</strong></span>

Nefis için, yanıkların derecelendirilmesi gibi, kirlilik-temizlik dereceleri düşünürsek, en kirli derecesinde “Heva” yı

görürüz ki (25 /43) bu aşama da nefis, akıl (irade) ve kalp (vicdan) komuta merkezlerinden tamamen ayrılmış, kendi başına buyruk olmuş, dağ komşularını kıskandıracak bir özgürlük içinde her kötülüğü yapıyor demektir. Bu kötülük eylemcisi nefistir ki bire bir şeytanin mahiyetiyle bütünleşmiş gibidir. Mefistoya peylenmiş bu nefsin bütün kaleleri, tabyaları şeytan tarafından işgal edilmiştir. Kur’an’a bakarsak, bu uç kişilik tipleri: Firavunluk, Karunluk, Nemrutluk gibi kavramlarla ifade edilebilir. Bu hali almış nefis, kalpte mühürlenmişlik ve ateşle tescillenmişlik olarak tanımlanabilir.

<span style="color:#0000ff;"><strong>b-Kötülüğü emreden nefis:</strong></span>

İkinci aşamada kötülük emredicisi nefis karşımıza çıkar. Bu nefis, eyleme geçmese de bünyesinde her türlü kötülük tohumlarını ve istidadını taşımaktadır ve her an patlamaya hazır bomba gibidir. Günahları emrediciliği, günahları tatmasından ve zevk alır hale gelmesinden dolayıdır. Fani lezzetlerin tekrarını ister durur, emreder gibi içten tazyiklerle zorlar ve çoğu zaman insanı mağlup eder. Psi kolojide buna bilinçaltının bilinci zorlaması deniyor.

Günah zevkleriyle şımartılmış nefis, hizmetçilikten terfi eder, âmir olur; şehrin hakimi olan aklı, savcısı olan vicdanı ve sultanı olan kalbi insiyatifi altına almış, susturmuş, durmadan emirler yağdırmakta, onları köle gibi kullanmak istemektedir…Bu zorbaya karşı ciddi bir kalp ve akıl operasyonu yapılmalıdır. Pskiyatristler, ruh Operatörleri gibi terapiler yaparak duygu, düşünce ve davranış bozukluklarını tedavi etmeye çalışırlar. Kendilerini Rablerine peylemiş, İnanç ve bilgi sahibi, Nur Operatörü dostların himayesinde, sohbet terapilerine katıldınız mı hiç!? Nuh’un gemisi gibi dalgalardan korurlar…

<span style="color:#0000ff;"><strong>c-Pişmanluk duyan nefis:</strong></span>

Üçüncü aşamada ise, günahlara inançlı ve bilinçli olarak direnen, yerinde yaka paça olup kavga eden nefis söz konusudurZaman zaman sürçse, günaha girse de, içi yanar, pişmanlık duyar, gözyaşı döker, tövbe eder. Ama vasatını bulunca, dayanamaz, yeni temizlediği ruhunu tekrar kirletir. Düal bir ruh haleti içinde, mekik gibi iki tarafa gelir gider.Günümüzde inançlı ve ibadetli insanlar da, özellikle gençlerde görülen psikolojik rahatsızlıkların ortaya çıkmasında, bu düalitenin önemli bir payı vardır kanaatindeyiz. Evinde ki yaşam tarzıyla, dış dünyada karşılaştıkları zıtlıklar genç kızla erkeğin ruhunda gel-gitlere yol açmakta bunalımlar ve aile çatışmaları yaşatmaktadır. Hekim desteğinin yanında, temiz yüzlü ve karakterli arkadaş ve dost çevresi, böyle insanların nefis-zede olmaması için elzemdir.

Ancak önemli bir husus vardır: Bu aşamadaki nefis, Kur’an’da, diğerlerinden farklı ele alınmaktadır. Allah, öncelikle iç dünyasın da huzursuzluklar yaşayan bu nefse yemin etmektedir. Yemin, kıymet verilen şeyler üzerine yapılır. Mesela insan olarak sadece bir ayette, Peygamberimizin ömrü üzerine yemin edilmiştir (15/72). Diğer taraftan, bu nefse yemin edilirken; kıyamete de yemin edilmiştir. Anlaşılıyor ki, diğer iki nefse oranla rahmete en yakın olan nefis budur: Yani günahlarına ah edip pişman olan, içi yanan nefis!..Allah adına duyulan hüzün, kurtuluşun en çaplı ilk adımı olmaktadır.

Nefis ister insanın kendi, ruh bütünlüğü anlamında ele alınsın, isterse kalp ve akıldan farklı olarak kötülükleri arzulayan ve şey tana boy hedefi olan yönüyle değerlendirilsin; Peygamberlerin daima ilk gündem maddelerinin başında yer almaktadır.

Her Peygamberin temel hedefi öncelikle insan bütün yönleriyle ruhunun ve ve nefsinin tezkiye ve terbiye edilmesi, hayra yönlendirilmesidir. Bir ayette belirtildiği gibi, Tebliğ etmek ve Kitap ve Hikmeti öğretmek de, kalp ve aklın takviye edilmesi anlamıyla aslında, nefse yönelik eylem planları olarak yorumlanabilir(62/2).

<span style="color:#ff0000;"><strong>NEFSİN GENEL ÖZELLİKLERİ</strong></span>

Nefis zevk ve arzu eğitimli olarak doğar. Adeta zevk ve lezzet almaya programlanmış gibidir. Buluğ çağına kadar yemeye, içmeye, oynamaya olan hevesi ve tükenmez enerjiyi hepimiz gözlemleriz. İnsan, doğar doğmaz Rahmetin süt tulumbacıklarını arar. Bu, Allah’ın mahiyetimize koyduğu yaşama enerjisinin ve ilâhî sevkin bir ifadesidir. Bu, aşk ve muhabbet olarak da yorumlanabilir. Ya da süt gibi tertemiz Yaratılış fıtratına yöneliş sevk ve şevki!..

Henüz günah kirlerine bulaşmamış, anasının ak sütü gibi tertemiz fıtratıyla, bu nefis süt kokulu Nefis taşıyan yavru, “Vicdanı mın sesini duyamıyorum!” diyenlere, hal dili ile bir şeyler anlatır adeta vicdan dersi verir. Kundağında konuşan

Hz.İsa gibi ona mucizevî bir güç ve dil verilseydi, şöyle diyecekti:” Ben Rabbimin müstesna bir sanat eseriyim. Rab ismiyle o beni terbiye etti, Ruhuma hazineler değerinde mekanizmalar yerleştirdi. Yaşayabilmem için de cennet numûnesi bir nefis gücü verdi. Ona binler hamd ederim! Benim bu arzu dolu yönelişimi doğru okuyun! Bu, Allah’ın kendisi adına içime koyduğu sonsuz aşk ateşinin alevlenmesi için vicdanımın çaktığı bir kıvılcımdan ibarettir! O’na ulaştıran kulvardaki şevk hamleleridir!”.

Başkaları aslında fikirleri olan zikirlerini, salt nefis hesabına libido şeklinde dillendirebilir. Nefis, ahsen-i takvimde
mi esfel-i safilinde mi nasıl anlaşılacaktır? (95/4-5.) Nefis, beden gözleri gibi gözleri kör olarak doğar. Buluğa erinceye kadar, mahiyetindeki nüve iki göz geliştirilir. Buluğla beraber bunlar çiçek açarlar. Bunlar vicdan ve iradenin diğer deyişle kalp ve aklın gözleridir. Bunların aktive edilmesiyle sorumluluk başlar. Bu, hazır lütuf olarak verilen gözler, Rabbi araştırıp tanısın sonunda görsün ve nefse birer göz olsun diye verilmiştir. Nefsin gözü açılır, hem de fani zevklere fena açılır da, bu gözler körleştirilirse, nefis için de karadelikler gibi kör bir akıbet kaçı nılmaz olur.

Nefis dünyanın ikiz kardeşi gibidir, birbirine çok benzerler.

Dünyanın bir yönü zehirli bal hükmündedir ki dünyanın fani elemli günahlarına bakar.

İkinci yönüyle dünya, Allah’ın isimlerine aynalık yapar, sanat eserlerinin sergilendiği sergi sarayı gibidir.

Üçüncü yönü de ahiretin tarlası sayılır. Bize iman ve ibadetlerimizle, insanlık adına yaptığımız güzel hizmetlerle

cennetimizi kazandırır. Dünya gibi nefis de çok sevilir, çünkü bütün lezzetlerin mahzeni, menfaatlerin madeni gibidir.

Zevklenme konusunda dünya ile çok iyi anlaşabilecekleri çok ortak noktaları vardır. Dünyada ne kadar çok zevk ve lezzet varsa, nefisde mutlaka onu talep edecek bir karşılığı vardır. Bunun tersi de doğrudur:

Nefisde ne kadar çok zevk alma merkezi varsa, dünyada o oranda zevk üretme potansiyeli var demektir. Aynı değerlendirmeyi nefisle cennet arasında da yapabiliriz. Bu yüzden ruhun diğer mekanizmaları, dünyada dünya ve nefsin iki zevk kazanından birine, düşmemek için vaziyet alma durumundadırlar; çünkü birine düşmekle diğerine otomatik olarak düşmüş olacaklardır.

Nefisler, Keyfe kâfî ge len meşrû zevklerle yetinmesini bilirlerse, cennet kazanında her aradıklarını zaten bulacaklardır, hem de sonsuzca!..

Nefis, insanın vicdandan sonra önemli ikinci ana yapısıdır. İnsanın iki yönü var: Mülk-meleküt, melekî-şeytanî, maddî-maneviî, cesedî-ruhânî ve…nefsî-vicdanî. İki güç birbirinden farklı olan duygu ve düşüncelerini üstün kılmaya çalışırlar. Vicdan mekanizması galip gelirse, nefis mekanizması müsbete dönüşür, ve insana hizmet eder. Aksinde de insanın hezimeti söz konusudur. Nefis, tezkiye ile kurtulur, kirlenme ile zarara uğrar (9-10).

Nefis doyumsuzdur. Emzikten kesilmedikçe bırakmayan çocuk gibi sürekli lezzetleri arar durur. Doğuştan sınırsız yöneliş, aşk, şevk, sevk ve lezzet bağımlısıdır. Aslında bu, vicdan ve iradenin kanatlarıyla uçulabilecek müthiş bir motor gücü gibidir. Bu büyük bir avantajdır. Bu sınırsız isteğin veriliş sebebi, akıl ve kalp kanatlarıyla Allah’a yükselmektir. Allah nefsi kendi sonsuzluğuna layık görmeseydi, ona bu sonsuz arzuyu da vermezdi. Nefis arzusu, bu yükselişte, tükenmeyen bir enerji kaynağı olarak bir uzay aracı gibi düşünülebilir. Namazın mirac-yükseliş olarak görülmesi gibi… Nefsin mantık işleyişi ve vicdan hissedişi yoktur. Geçmiş gelecek bilmez, akıbetini düşünmez, günah endişesi duymadan hoşuna giden her şeye aç kurtlar gibi saldırır. Yeme içmede, cinsellikte ve diğer arayışlarında helal-haram ayırd etmez. Nefsin mahremiyet duygusu da yoktur, enseste yol açabilir.

Nefis, hazır küçük bir lezzeti, ilerde verilecek daha çok lezzete daima tercih eder, peşin ücrete meftûndur. Küçük bir mum ışığı gözlerini alıverir ve artık güneşleri de görmez. Bir parça et, bir karelik bir görüntü aklını başından alıverir. Ruh güneşleri olan vicdanı ve iradeyi görmez olur. Yemek öncesi insanın sinirli olmasının bir sebebi de peşin olaya duyduğu aceleci arzusunun gerçekleşmesindeki gecikmedir…Bu yüzden Peygamberimiz, yemek hazırken zaman uygunsa, namaza durmayın, iftar olunca hemen orucunuzu açın demiş, muharebelerden gelir gelmez ganimetleri taksim etmiş, alın teri kurumadan işçiye ücretinin verilmesini istemiş, bizzat kendisi tam namaza duracaka iken dönüp hücresine gitmiş, evde bekleyen bir miktar malın hemen dağıtılmasını istemiş sonra gelip namaza durmuştur…

Nefis daima özerklik ister, özgürlük mücadelesi verir. Fakat onun bu özgürlük anlayışı dağ komşularını kıskandıracak bir amaç uğrunadır. Bağımsızlık adına irade, akıl, vicdan ve kalple daima çatışma halindedir. Arzularına ulaşmasına hiç bir şeyin engel olmasını istemez. İnsanın yaşadığı gerginliklerin ve psikolojik rahatsızlıkların sebeplerinden bir tanesi de bu olabilir. Bir çocuk bile çok istediği bir oyundan kopmak istemez, gerekirse anne babasıyla çatışma içine girer. .

Nefsi öldüremeyiz, emanettir, iyi bakmakla yükümlüyüz. Ona mutlaka bir özgürlük tanımalıdır; fakat bu meşrû dairede, helal çizgide ve belli bir disiplin içinde olmalıdır. Nefsin bu savaşı, şeytanla birlikte, hayatımızın sonuna kadar ve de kıyamete kadar devam edecektir.

Nefis daima işin kolayını tercih eder, zor işleri sevmez. Mesela yan gelip yatmak varken, günde beş kez abdest ve namaz çok ağırına gider.O tuz gün, gün boyunca bir şey yemeden içmeden durmak ona sanki ölüm gelir. Günahlar ise temiz fıtratta bir tahribat olduğundan kolaydır. Düşünmek ve duygu ağırlığını hissetmek, ağır insanlık misyonudur ve her ikisi de acı verir.

Nefsin akıl ve kalpten kopuş ve kaçış nedeni bu iki olguda düğümlenir; çünkü kalp de akıl da nefisden hem hoşlanmadığı hem de zevklerini engellediği için zor gelen isteklerde bulunmaktadır. Sürekli ağır konuları anlatan öğretmenden herkes şikayet eder. Nefsin akıl ve kalp hocalarını sevmemesinin perde arkasında bu gibi engellemeleri, çoğu zevk yollarını kesmeleri ve zorlu tekliflerde bulunmaları yatmaktadır.

Bunun çözümü için nefsimize alternatif zevkler sunmak, onlara alıştırmak gerekir. Midenin doymaya, dilin tadmaya, gözün gör meye, kulağın nağmeye, burnun çiçeklere ihtiyacı olduğu ve bunlardan zevk aldığı gibi, ruhun, akıl ve kalbin de ihtiyaçları ve arzuladık ları lezzetleri vardır. İnanç, bilgi ve Hizmet etkinlikleri, nefse yeni lezzetler ve alışkanlıklar olarak takdim edilmelidir. Zor da gelse, israrla ve zamanla alışacaktır. Yani tada karşı tat, lezzete karşı lezzet politikası.

Sevgi (Kalp), bilgi (akıl), ilgi (beden hizmeti) zevk ve lezzetlerine, ballar balı tadna ulaşamayanlar, bir parmak nefis balıyla fani bir ömür yaşar giderler. Nefis ve şeytan neden hayatımıza günah zevklerini hakim kılabiliyor. Çünkü ona kalp, akıl ve insana hizmet zevklerini tattırmamışız ki!..Çocuğumuza evde sevgi göstermez, bilgi sahibi yapmaz, sorunlarıyla ilgilenmezsek, bu ihtiyaçlarını ve tatlarını dışarıdan, önüne gelenin elinden alma durumunda kalacaktır. Aslında biz onu bu hale itmiş olacağız. Nefsimizin kurbanı oluyorsak, bu sonu, aslında kendi ellerimizle hazırlamaktayız. Çocuklarımızın tat kaynakları, Sevgi, Bilgi ve İlgi olmalıdır.

Nefis elinde daima zevk boyasıyla lezzet fırçası taşır ve her baktığı yere, her tattığı şeye kendi boyasını vurup
olabildiğince süslemeye çalışır. Histeroik insanlara ve renkleriyle kur yapan hayvanlara benzer. Aklı çeler, iradenin gözünü boyar, vicdanı da boğarsa, emeline rahat ulaşır

Nefis uyuyan bir deve ve volkana benzer. Bir duyunun öksürmesi; bir bakış, bir dokunuş, bir çağrışım, onun uyanmasını ve anında patlamasına sebebiyet verebilir. Bir kibritle bir anda koca ormanın alevler içinde kalması, iri yarı birinin bir mikropla yatağa, bazen mezara girivermesi gibi… (Göz zinası kavramının anlamı burda ortaya çıkıyor. Dürbün bakışın uzak mesafeyi yok etmesi gibi, bir bakış bazen zinaya götüren mesafeleri bir anda sıfırlayıverir, eli kolu bağlanmış irade ve vicdan da kendini nefis yanardağında lav ba taklığının içinde buluverir.

<span style="color:#ff0000;"><strong>NEFİS VE ŞEYTAN İŞBİRLİĞİ</strong></span>

Nefis ve benlik mekanizmasının farklı özelliklerinin yanında, en önemli üçünden söz edilebilir: Enaniyet, Şehvet, Yeme içme, giyinme vb…

Burada “Ben”in olumsuzlukları konu edilecektir. Enaniyet, “Ben”in, “Benlik”in, Allah’dan tamamen koparılmasıyla ve “Ben”in tek ölçü merkezi yapılmasıyla oluşur. Derecesine göre de inkarcı, zalim ve sınırsızca her günahı ve kötülüğü işleyen tipler ortaya çıkar. Ya da insanın farklı şekillerde Allah’tan, ibadetten, inanç ve vicdan kültüründen, çağın eğitim ve bilgisinden ve güzel faaliyetlerden uzak kalmasıyla oluşur. Derecesine göre de inançlı insanlarda da görülen çeşitli ruhsal rahatsızlıklar ortaya çıkabilir.

Enaniyetin en güçlü olarak yaşandığı duygu ve düşünce halleri, (Kur’an’a baktığımızda) kibir ve kendini beğenme olarak karşımıza çıkmakta bunu inat takip etmektedir. Otorite, yetki ve yetenekler, bilgi, servet ve nüfûz sahibi olma ise, kibir ve inadın başlıca sebepleri olarak gösterilir. Yapılan zulümler, haksızlıklar ve kendini kabul ettirme gibi olgular da bunların sonuçları olarak vurgulanır. Korku, üzüntü ve öfke gibi insanı hem iç hem de dış dünyası yönüyle etki altında bırakan üç

önemli temel duygu da, fıtrî-doğal sınırları ve meşru amacı aştığında, Enaniyetin birer tezahürü olarak anlatılır.

Şehvet kavramı cinsellik konusuyla ilgili olduğu gibi, özellikle uyuşturucu, yeme içme arzusu, içki, kumar ve çeşitli eğlence tutkuları, hırs, gibi duyguları da kapsayacak şekilde kullanılmaktadır. Şehvet, aslında sadece cinsel arzu veya yeme içmeden ibaret değil dir, umumi ve küllidir, dünya adına her meyil ve arzuyu kapsar. Ne var ki, her insanın kendi özel dünyasında ve yaşamda gözlemleyebileceği gibi, cinsellik, insanın ruh dünyasını olduğu kadar aile ve çevresini de doğrudan etkileyen nefsin en güçlü yanından biridir. Yusuf süresinde anlatıldığı gibi Cinsel duygular, Zeliha’nın kalbini, Mısırlı kadınların ellerini parçalatacak kadar etkili bir güce sahiptir. Günümüzde de nice benlikleri ve yuvaları!..Bu sebeple nefsin en yumuşak karnı sayılabilir.

Yeme içme ve giyinme, özellikle israfa varan çizgilere ulaştığında, Kur’an diliyle şeytanın kardeşliği uyarısıyla bizi karşı karşıya bırakır. Oruca sıcak bakmayan, sürekli tıkınan bir insan, nefsin bu yağlanma operasyonlarından, kalbe, akla ve hayırlı çalışmalara uzanacak yolları tıkamış olmaktadır.

Şeytan enaniyetin zirvesinde bir varlık olarak, insanı daima yanına çekmek ve şehvet ve lezzet duygusunu bir çekim gücü gibi kullanmak ister.

İnsanda hem meleğe hem de şeytana cevap verebilecek merkezler vardır. Latife-i Rabbaniye meleklerle kontak kurarken, nefis şeytanla irtibat kurmaya en yatkın özelliklere sahiptir. Bu ikisi daima birbiriyle çatışır. Nefiste de melekî duygular lehine gedikler açmak mümkündür. Hatta nefis, Peygamberlere ve büyük zatlara teslim olabilir. Efendimizin “Şeytan bana teslim oldu” sözünden bu anlaşılabilir. Nefsin tam teslimiyeti, ancak bütün duygu, düşünce ve isteklerden arındıktan sonra mümkün olabilir. Bu mümkün olmasa da kısmî terbiye olabilir.

Kur’an’da bir ayette müminlerin üç kategoride ele alındığını görürüz. (35/32).

<span style="color:#0000ff;"><strong>1-Nefislerine zulmedenler.</strong></span> Bu enaniyete bulaşma ve günah duygu, düşünce ve davranışlarıyla farklı şekillerde kirlenme olarak anlaşılabilir.

<span style="color:#0000ff;"><strong>2-Denge kazananlar:</strong></span> Enaniyeti ve nefsi kontrol altında tutabilen, farzları yapıp haramları terk edenler diye düşünülebilir.

<span style="color:#0000ff;"><strong>3-Hayırda koşturanlar:</strong></span>

Bütün varlıklarıyla Hakka ve Hakka Hizmete kitlenmiş, başkaları için kendilerini unutmuş olanlar olabilir.

Nefis şeytanın süflörü gibidir. Şeytan genellikle bilinç ortasındaki hayali, bir ekran ve bilinçaltını bir sahne olarak
kullanır ve nefsi, Psikodramalarda olduğu gibi, yönetici olarak, burada sahnelediği, kendi senaryolarını uygulamasını fısıldar. Buna karşı vicdan da güzel senaryoları hatırlatmaya çalışır. İrade ve bilinç, anlık bir tereddüt geçirebilir.

Vicdanın melek tonlu suflesine kulak asmazsa, şeytanın bilinç piyasasına sürdüğü oyunları nefisle beraber oynamak zorunda kalabilir.

Bilinçaltı, Nefsin dışa açık, beynelmilel irtibat bürosu, görüntü, duygu ve düşünce kabul merkezi, diğer ifadeyle berzahı gibidir. Bilinçaltı, nefsin lezzet deposuna, hayal de zevk sahnesine benzer. Nefis, bunlardan sürekli ağzını tatlandıracak bir şeyler bekler. Şeytan, bu durumu iyi bildiğinden, nefsin giriş panoları durumundaki bilinçaltı ve hayalle çok ilgilenir.

Devamlı abone bir müşteri gibi, bütün başvurularını ve ilanlarını en cazip şekilde buraya bir ciğer gibi asar, pusuya yatar, avını bekler.

Önemli olan şey, bu proğramlamalara, bize sürekli izlettirilmeye çalışılan görüntülere sahip çıkar, irademizle lezzet uğruna sık sık düşünmeye devam edersek, bunları eyleme geçirme ihtimali yüksek olabilir. Öte yandan bunlar, bilinçaltımıza iyice yerleşirler ve hayatımızın ilerleyen yıllarında hortlamasalar da, ölüm sonrası biliniçaltı defterimize kaydolan her şey berzahta bize seyrettirilir. Ya acı ya da lezzet verir.

Burda güzel şeyler düşünen berzahda çok gülümser.Özellikle çocuklarımız, bilinçaltı beslenme yaşlarında (1-10) güzel hayallerle, duygu ve düşüncelerle bu berzah dünyasına hazırlanmalıdır. Bu aynı zamanda onların, dünyada da ruhsal bütünlüğe
ahip olacakları, gülümseyecekleri, sağlıklı bir gelişim gösterecekleri anlamına da gelmektedir. Çünkü en kapsamlı berzah hayatına zaten hazır lanmışlardır. Büyük operasyonlara katılan komandonun basit olaylara müdahalesi kolay olur.

Bilinçaltı eğitimi, nefsimizi kontrol altında tutmada ve duygusal ve düşünsel problemlerimizi halletmede, etkili bir yarar sağlar. Ve berzah hayatının beynimizdeki minyatür bir modeli sayılan şuuraltını, berzaha hazırlamış olur.

Bilinçaltı nefsin, nefis de şeytanın arka bahçesi gibidir. Bilincimizden ayrı adeta kurtarılmış bir bölgedir burası.

Şeytanın benim insandan büyük payım var dediği ( 4/118) yer burası olsa gerektir.Şeytanın ve nefsin hoşuna giden duygu ve düşüncelerin at koşturduğu meraya benzer, zevkler burda cirit atarlar. Aynı zamanda sık sık, bir Zeliha gibi şuh bir eda ile bilince laf da atarlar görüntülü mesaj da çekerler. Kimi zaman da, tebdil-i kıyafet içeri sızmaya çalışırlar. Bazen de özellikle şeytan, bomba tesiri yapacak manyetik olumsuz dalgalar gönderir; panik yaratır, anksiyete eder, depresyona sokar, şizofreniye kapı aralar, insanı ruh=nefis hastası yaparak Allah’a sağlıklı bir kulluk yapmasının önüne geçmeye çalışır..

İrademiz (Akıl) ve vicdanımız (Kalp) bilinç kapısında bekleyen iki muhafızımızdır. İnançlarımıza, bilgi ve kültürümüze ters düşen olumsuz ses ve görüntüleri kontrole tabi tutarlar, parola sorarlar, sansür uygularlar, bilincin onları bastırarak geri çevirmesini sağlarlar. Nefis şayet şeytanla güçlü bir işbirliği içinde hareket ediyorsa, bu nöbetçileri uyutup, susturup gizli ve zararlı güçlerin bilince sızmasına ve insanı kötü eylemlere sürüklemesine sebebiyet verebilir.

Bilinçaltında bir şeytan etkisi fikri kabul görmeyebilir. Oysa bilinçaltımıza olmasa bile şeytan olgusu insanımızın diline yerleşmiş, en azından duygu ve düşüncelerin ifadelendirilmesinde bir ölçü olmuştur: “Şeytan gibi adam!”, ‘Şeytan tüyü’, “Aklına bir şeytanlık geldi”, “Yüzünü şeytan görsün!”, özellikle de “Şeytana uymak!” ,”Şeytanca düşünmek!” gibi…Böyle bir görüşü kabul etmeyenler, somut olarak dini güzellikleri yaşayan insanlarla, somut olarak “Ego!” hastası olmuş, zevklerinin peşinde koşan, kötülük yapan insanların olumlu ve olumsuz duygu, düşünce ve somut davranış biçimlerini gözden geçirmeli, karşılaştırmalar yapmalıdır. Bir de somut bir kitap olarak Kur’an’da geçen şeytandan Allah’a sığınmanın ne olduğunu araştırmalıdırlar.

Nefis tıpkı ölü ama potansiyeli olan bir arazi gibidir. Kim girer ihya ederse, onun malı gibi olur. Bir arap atasözünde denildiği gibi, bir vadi boş sahipsiz kalırsa, (aslanlar uyurken) tilki gelir orda vali olur. Diğer bir örnekle, milletler muvazenesinde müslümanlar, islamı temsil ve ciddi çalışma konusunda, terazinin kefelerini boş bırakırlarsa, başka dünyalar hafif ağırlıklarla terazide ağır basarlar. Ağır basarlar çünkü tek taraflı ve boşa ağır basarlar. Alternatifleri olmadığı için ağır basarlar. Kendi zeki ve yetenekli gençlerimize sahip çıkmaz, önlerine eğitim-öğretim imkanları hazırlamazsak, bu amaçla dünyanın dört bir yanına açılmazsak, başka dünyalar, yıllardır yaptık ları gibi, bu kefeye hep hafif ağırlık koyacaklar, hafiflikleriyle ağır görünecekler, kendi çocuklarımızı, kendilerine göre yetiştireceklerdir.

Bu nefis kefeleri için de geçerlidir. Biz irademizle, vicdanımızla, aklımız ve kalbimizle nefsimize sahip çıkmaz, inanç, bilgi, Aydınlık dostlar edinmez, hayırlı işlerde koşma gücüyle terbiye etmezsek, şeytan onu kesinlikle boş bırakmayacak ve boşa ağır basarak, nefis tarlasına istediği tohumları ekecek, bunu çeşitli kötülükler ve ruhsal hastalıklar olarak biçecektir.

<span style="color:#ff0000;"><strong>NEFİSLE İLGİLİ DİĞER TESBİTLER</strong></span>

Günahların ana kaynağı nefistir. Sorumluluğun ana kaynağının akıl ve irade olması gibi. Meleklerde yeme içme, cinsellik gibi nefsani özellikler olmadığından, onlar için günah ve isyan da söz konusu değildir (66/6). Meleklerin bu yönleriyle Allah’a hep ibadet ve tesbih yapmaları gibi, nefis de günahlara dalma yönüyle adeta şeytana hizmet ediyor gibidir. Ne var ki esas zarara uğrayan nefis değil, nefsin güdümünde hizmet gören akıldır.

Akıl, nefsin emrinde çalışmaya devam ederse kanser hücrelerinin çoğalması, tüm organa, hatta bedene yayılması gibi, nefsin akıl ve düşünce işbirliğiyle gerçekleştirdiği günah lekeleri de zamanla, imanın yeri olan kalp bölgesini karartmaya başlar.

Esas tehlike ve zarar o zaman baş gösterir. Çünkü dünya hayatındaki eğlenmelere, zevklenmelere gülmelere bedel, sonsuz cennet hayatı tehdid edilmektedir. Cennetin sonsuz güzellik ve tattaki nimetlerini, almak üzere dizayn edilmiş nefis potansiyeli, bütün zevk sermayesini kısacık dünya hayatında çok ucuza tüketmiş olacaktır (46/20).

Nefsin alternatifi bir yönüyle vicdandır. Ruhla bedenin gelişmesi ters orantılıdır. Vücuduna, nefis ve beden zevklerine çok önem veren bir insanın ruh inceliği kazanması, kalpte derinleşmesi düşünülemez. Bunun gibi, nefsine, nefsin her arzusuna boyun eğen, akıl ve kalbin dizginini teslim eden insanın, vicdan mekanizmasının sağlıklı çalışması da düşünülemez. Nefsi temizlemek, eğitmek istiyorsak, öncelikle vicdan kültürümüzün sağlıklı ve zengin olmasına gerekli özeni göstermeliyiz.

Nefis doğrudan rahmetle rözenans olamaz, bağlantı kuramaz. Çünkü önünde kalın çok perdeler vardır ve alabildiğine dünya zevkleriyle kuşatılmıştır. Vicdan ise vasıtasız doğrudan rahmetle iletişim kurabilir. Bu yüzden Nefsin dengeli bir yolculuk yapabilmesi için vicdanın rehberliğine gerek olur.

Nefis hem bir dost hem bir düşman olarak görülmüştür. “Sizin yer yüzündeki en can alıcı ve tehlikeli düşmanınız nefsinizdir” diyen Peygamberimiz, bir savaştan dönerken, “Şimdi küçük savaştan büyük savaşa dönüyoruz!” deyince, “Bundan büyük savaş mı olur ? diye hayretle soranlara bu cevabı vermiş ve nefsin sonu gelmez kötülük isteklerine dikkat çekilmiştir. Bazen savaş ortamında bile hain nefsin insanın başını yiyebileceğini görürüz.

Nitekim bir olayda, Peygamberimiz, kahramanca savaşan birisi için “O ateştedir!” deyince, olayı araştıranlar o kişinin kahramanlık ve şöhret adına savaştığını ve intihar etmek üzere olduğunu görürler. Aynı şekilde Kabe’nin yanındayken bile şeytanın, nefsi harekete geçirerek, günah sayılabilecek hatta şirk kokan davranışlar yaptırdığından söz edilebilir. Gıybet etmek, itip kakmak, önüne gelen her taşa selam vermek gibi.

Bu açıdan insan, can alıcı bu hasmına karşı, sınır boylarında her an nasıl teyakkuzda, uyanık olmak zorundaysa, düşmanların düşmanı nefse ve şeytana karşı daha çok titiz olmak zorundadır. Çünkü bunlar çoğu zaman hem kuzu postu giymiş kurt olarak karşımıza çıkabilir hem de akla hayale gelmeyen bin bir çeşit taktik uygulayarak kolayca aldatabilir. (Peygamberimiz nefse karşı şu duayı okumayı tavsiye eder: “Yâ hayyu ya kayyûm, birahmetike estegîsü aslıhlî şe’nî küllehû velâ tekilnî ilâ nefsî tarfete aynin.”

Yâ Hayyu Kayyûm Rahmetinin hürmetine Sana sığınırım, hallerimin hepsini tamamiyle düzelt, göz açıp kapayıncaya kadar beni nefsimle başbaşa bırakma!”…

Cemaat üç kişiyle oluşur. Rahmet ve sekîne (huzur) gelir. Günahlara kalkan ve paratoner oluşturur. İnsan ruhuna rahmet ve sekîne gelmesini, günahlara duvar oluşturmasını sağlayacak üç kahraman: İrade (Akıl), Vicdan (Kalp) ve Nefis (Beden) dir…Bu Rahmet üçgeni kurulamazsa, şeytan üçgeninin kurulma ihtimali yüksektir.

Peygamberimizin, nefsimizin olumsuz etkisinden korunmak ve onu hayra yönlendirmek için yaptığı tavsiyelerden bir tanesi de, nefsin ve şeytanın hiç hoşlanmadığı ölümün sıkça hatırlanmasıdır. “Lezzetleri acılaştıran ölümü çok hatırlayın!”. Bu ifadeyi değişik açıdan şöyle de anlayabiliriz: Ölümü unutursanız günahların fani zevklerine dalmanız kolaylaşır.İçlerindeki zehirlerin farkına varamazsınız, ölümü de hatırlayamaz hale gelirsiniz…Bu, şeytanın istediği bir şeydir. Nefsin zevk dalgınlıgı içinde, gerçek sonsuz zevklerin başlangıç simgesi olan ölümü unutturmak! Kimbilir, dedelerimizin her bayramda ve fırsat buldukça ziyaret ettikleri kabristanların, tinerci çocuklara yataklık yapar hale gelmesinin ardında da bu; ölümden zevklere kaçış çelişkisi yatmaktadır.

Aslında nefsin bir masumiyeti de yok değildir. Bir taraftan, hiperaktif bir çocuk gibidir, yaratılışında müthiş sınırsız bir enerji rezervi vardır. Adeta yakmak için yaratılmış ateş topu gibidir. Bir güneş gibi sürekli içten içe yenilenmekte, aktive olmaktadır. Diğer taraftan, bu potansiyelini kontrol edip yönlendirecek, güçlü ve dürüst ellerde eğitilememiştir.

Yetişme çağında, bedeninin üst yarısı (ki melekleşmeye açık olan kalp ve akıl tarafıdır) ile değil de alt yarısıyla (ki hayvanlaşmaya açık olan mide ve cinsellik tarafıdır) ile ilgili bilgi ve ilgiyle karşılaşmıştır. Şeytanın da sürekli belden aşağı vurması sonucu o in san, başka bir hayat şekli bilemediği için, nefsinin arzularına göre yaşamaktadır. Akıl ve kalbin mağlubiyeti karşısında heves dolu nefis, böylece insana çok günah işletmektedir. Aslında çoğu insan bir nefis mağdurudur.

Nefis de, kalp ve kafayla birlikte aydınlatılması gere ken eğitim mağduru!..

Bu masumiyetini hesaba katarak, nefse küsmemeli, zulmetmemeli, hele asla telef etmemelidir. İntiharla nefsi ortadan kaldırmak haramdır ve Peygamberimiz intihar edenin namazını kılmamış, olayın büyük suç oluşuna dikkat çekmiştir.

Arkadaşlarının kılmasını engellememiştir, yanlış anlaşılıp inkarcı muamelesi yapılmasını da istememiştir. Nefis kıymetli bir emanettir. Hatta onun hakları bile vardır. Sözgelimi, haram yemeyeceksin derken, aç da bırakamayız. (Oruç ise, nefse madalya takılan çok basamaklı şeref kürsüsü sayılır). Cinsel açlıktan vazgeçirme adına, evlilikten mahrum da edemeyiz (Dinimizde hristiyanlıktaki gibi bir ruhbanlık yoktur).

Peygamberimiz, evlendiği geceden itibaren kendisini namaza ve oruca veren genç bir sahabeyi, durumu öğrenince çağırmış nefsinin ve eşinin üzerinde hakları olduğunu söyleyerek, dinimizin getirdiği dengeli ve ölçülü olmayı anlatmıştır. Bu sebeple nefsimize şefkatle ilgi bekleyen çocuk gibi yaklaşmalı, sağlıklı bilgi ve inançla aydınlanmış akıl ve kalbiyle barıştırmalı, onu sahipsiz ve yalnız bı rakmamalı, bir anne baba, Öğretmen ve psikolog gibi davranmalıdır. O nefse cennette bizim çok ihtiyacımız olacaktır.

Size nefis ve Ene-Ego adına mükemmel bir öneride bulunalım. Size bir hayır, iyilik, nimet, güzellik, mutluluk vs gelince mutlaka başınızı yukarı çevirip gözlerinizle gökyüzüne bakınız ve “El-Hamdülillah! Bunlar senden ya Rabbim!” deyiniz. Başınıza bir şer, kötü lük, günah, acı vs. isabet ederse başınızı önünüze eğiniz ve “Estağfirullah! Bunlar benden ya Rabbi!

Yardım et!” deyiniz…Sonra aklınıza gelecek her günah, kötü düşünce, üzüntü, stres ve depresyon karşısında hep aynı hareketi yapıp aynı şeyleri düşününüz! Bilinçaltını hizmetkarlığından, melek ilhamından memnun kalacaksınız!..

<span style="color:#ff0000;"><strong>ŞEYTAN KİMLİĞİ</strong></span>

İnsanlığın ve cennetin ilk ve son hasmı, inancın, secdenin ve huzurun amansız düşmanı… Bin bir senaryolarla yürüttüğü bilinçaltı saltanatının baş danışmanı… “Şeytanın ruh dünyama yapacağı bütün taarruzlarından, bilinçaltı mahremime hakimiyet kurmasından ve bilincime zarar vermesinden sana sığınırım Allahım!..”

<span style="color:#ff0000;"><strong>1-GENEL TESBİTLER</strong></span>

Şeytan kelimesinin anlamı, uzak oldu, Allah’ın rahmetinden uzak kaldı, diğer anlamı yandı işi bitti helak oldu demektir.

Nefis haritamızın detaylı olarak incelenmesi, şeytanı da çok iyi tanımamıza imkan verecektir.Tersini de düşünebiliriz; şeytanla ilgili ne kadar bilgi toplarsak, o oranda benliğimizi anlamış ve ona göre de nefis mekanizmamızdaki arızaları tespit ve tedavi şansını el de etmiş oluruz. O kadar da korunma tedbirlerini alırız. Bu konuda İnancın Gölgesi isimli eserden de yararlanılabilir.

Şeytan aslında, namaz gibi bir miraç işlevi görebilir. Namaz müspet bir merdivendir ki doğrudan ışıklar içinde bizi semalara yükseltir. Şeytan da menfî bir merdivendir ki, karanlıktan gün yüzüne çıkıp, basamak basamak derece elde etmemizde alternatif enerji üretmemize vesile olur.

Karanlık dehlizlerde, kömür elde eden işçiler gibi, yeraltından elmas, deniz diplerinden inci, çamurdan pirinci çıkartabiliriz. Allah’a sığınmakla, namaz ve hizmet ibadetleriyle hem şeytanın zayıf hilelerini ters yüz edebiliriz, hem de çok yarar elde edebilir onun vesveselerini nimete çevirebiliriz; gübreyi gül kokusuna, küfü peynire, kanı seruma, fosilleri yakıta, ateşi, suyu, havayı enerjiye çevirdiğimiz gibi…

Bu açıyı yakalamak için şunları düşünebiliriz: Şeytan hayat maratonunda benim için bir rakiptir. Kulvarı önde bitirmeliyim ki dereceye ve madalyaya ulaşayım. Askerin eğitimle beden gücü ve harp yeteneği kazanması gibi, düşman şeytan sayesinde, her an teyakkuz durumunda uyanık olmayı, inanç ve bilgi açısından kendimi geliştirmeyi öğreniyorum, gittikçe güçleniyorum. Şeytanla mücadelem sayesinde, Ruhumdaki kömür yapılardan arınıyor, tıpkı elmas gibi parlak, eşsiz bir form kazanıyorum ve dünya imtihanından alnımın akıyla çıkıyorum.

Şeytan bir perdedir. Tıpkı ölümlerden genellikle sorumlu tutulan Azrail gibi (ki kazalar, hastalıklar vb. acı veren şeyler de Azrai le perde oluyor). Bu perdelik sayesinde dış görünüşe bakarak insanlar şikayetlerini doğrudan Allah’a yapmıyorlar. İşte şeytan da, dünyada işlenen şerlere, kötülüklere bir perde oluyor, şikayetlerin Allah’a gitmesini önlüyor. Zaten bir ayet de, şeytanın parmağı, dahli de göz önünde bulundurularak, gelen her iyilik ve güzellikte, hayırda ve nimette doğrudan Allah’a yönelmeyi, hamd etmeyi; gelen belalara ve kötülükle re karşı da nefsimizi muhatap etmeyi ve sorumlu tutmayı öğütlemektedir (4/79). Kötü bilinen şeyleri, günahları da sadece Allah, insan iradesinin işlemesiyle yaratır fakat rızası yoktur.

Adem itaatin, şeytan isyanın sembolüdür. Hâbil, iffetin Kabil de şehvetin sembolü. Ademde hikmet, şeytanda ise diyalektik-cerbeze ve aldatma hakimdir. Ademde başı yere koyma, tevazu vardır. Şeytanda ise tersine baş kaldırma, secdeden kaçma vardır. Şeytan nefsin, bütün şerlerin lokomotifidir.

Melek, insanın meleklik yönüne destek çıkar, şeytan da şeytanlık yönüne. Melekler insanın daha çok vicdan sahasıyla ilgilenirken, şeytan bu sahaya doğrudan yaklaşamaz. Burası adeta korunmuş bölge, yasak şehir gibidir. Şeytanın gerçek at koşturabileceği saha ve arka bahçesi nefis alanıdır. Melek de o bölgede tabir caizse çok etkili olamaz. Çünkü onda nefis yoktur, şeytan gibi insani zaafları tam kavrayamaz. Ne var ki her iki taraf da, karşı tarafı bloke edip işlemez hale getirebilir ya da radyoaktif tesirleri altına alabilirler. Başka bir benzetmeyle, nefis şeytan için bir santral gibidir, oradan işletmeye başlar.

Şeytan, insanın şehvet, yeme içme, öfke, hırs, inat gibi mekanizmalarını çalıştırarak nefsi azdırmaya muvaffak olursa, meleğin ilgi alanı olan vicdanla olan bağlantısını zayıflatabilir.Çünkü nefis istekleriyle vicdanın hissedişleri tamamen birbirinin aleyhine çalışır. Bu yüzden öfkesini, kin ve düşmanlığa dönüştüren ve zalim olabilen bir insanda, merhamet gibi vicdanî hisler bulunmaz. Cinselliğin pençesine düşmüş insanda da aile sadakati, ar, haya gibi duygulara pek rastlanmaz. Bu sebeple Peygamberimiz: “Allahım! Göz açıp kapayıncaya kadar bile beni nefsimle baş başa bırakma!” diyerek konunun hassasiyetine dikkat çekmektedir

Nefis, şeytan için kurtarılmış bölge gibidir. Bu, zihnimiz ve kalbimiz için de geçerli bir bakış açısı olabilir. Şeytan akıl ve kalp dünyamızda sınırlı da olsa, kıyamete kadar oturma iznine sahiptir. Şeytan, kurduğu uydu sistemiyle sürekli kalbimize, hayalimize programlar göndermektedir. Nefsimizi açık ve münbit bir alan olarak gördüğü için, devamlı yoğun bombarduman altında tutmaktadır. Bu göndermenin farklı alemlere ait özel bir şifresi olduğu için; “işte şu şeytan, şu da yayını!” diye tanımlama yapamıyoruz. Kur’an, vicdan, sağduyu ve akıl sayesinde olumsuz olduğunu hissedebiliyoruz.

Şeytan insanın bütün dillerini bilir. Özellikle de insan kalbinin his dilini ve zihninin düşünce dilini çok iyi deşifre edebilir. Nefsin dilinden anlaması ise, onun uzmanlık alanı olmalıdır. Dahi psikologlara taş çıkartırcasına, nefsin hoşuna giden şeyleri keşfeder ve onları sürekli empoze eder. Çoğunlukla da, üç beş telkin seansından sonra istediği davranışları yapmasını sağlar. Zavallı nefis de “Şu alem de beni en iyi anlayan tek sen varsın!” deyip, akıl ve kalbiyle olan ilişkisini dondurur ve şeytanın arkasına takılıp, ayetlerin benzetmesiyle adımlarını takip ediverir.

Şeytan, ruhumuz, duygu ve düşüncelerimiz ve nefsimiz için resmen uzman bir denge bozucudur. İnsanın en yumuşak karnı, nefis olduğundan nefsin akıl gibi, bilgi düşünce ve mantık desteği, kalp gibi, vicdan, inanç ve yüksek duygu desteği olmadığından, aksi ne sınır tanımaz, doymak bilmez, helal haram ayırmaz bir oburluğu bulunduğundan, şeytan için kolay bir lokmadır ve o bütün taarruz planlarını bu zayıf bölgeye göre yapmaktadır. Bilgi ve inançla koruma altına alınmış akıl ve kalp için kullanamadığı taktikleri, boy hedefi olan cahil ve zalim (14/34, 33/72) nefis için rahatlıkla uygulayabilir.

Nefsimizin hoşuna giden çok şey kuşkusuz şeytanın da hoşuna gitmektedir. Tersi cümleyle ifade edersek; nefsimizin hoşuna gitmeyen şeyler mutlaka şeytanın canını sıkmaktadır. Peygamber Efendimizin (S.A.S) “Cennet nefsin hoşuna gitmeyen, cehennem de hoşuna giden şeylerle donatılmıştır” der. Mesela kibir, israf her türlü fuhşiyat, eğlence ikisini de keyiflendirir.

Şeytanlar birer casustur. Şayet şeytanın iki kulağı varsa, birisini gökyüzüne dayar diğerini de insan yüzüne. Semalardan bilgi sızdırmak için sürekli rutin uzay seferleri düzenlerler. Kader kaleminin yazılarının sesini duymak, insanlığın geleceği ile oynamak ister ler. Gök kapıları aslında cinlere kapalıdır. Fakat yasak bölgeden sızabilen, üst düzey cinler, konuşmalarını dinlemek istedikleri, Melek güçleriyle yıldız savaşları yapmak zorunda kalır.

Şeytan, melekler arasında uzunluğunu bilemediğimiz bir süre kaldığı, onların tarzlarına vakıf olduğundandır belki, kendisi veya yetiştirdiği özel güçlerini melekler bölgesine gönderir. Nurdan yaratılan melekler, ışın türü varlık olan şeytanları, yani cin varlıkları, Kur’an da “şihab” diye isimlendirilen ateş toplarıyla bombarduman ederler (15 / 18, 37/10, 67/5, 72/9). Yanmaktan Kurtulup da üç beş kelimeyle dönebilenler, ürettikleri yanlış pek çok bilgiyi de ilave ederek insanları kandırmaya çalışırlar.

Şeytan benzer manevraları insan kalbine ve zihnine doğru da gerçekleştirir. Orda da melek ilhamıyla çatışmaya girer. İnançlı insanların iman şualarıyla, dilde dualarıyla karşılaşır, etkisiz kalır, bir şey çalamadan pusuya çekilir. Ya da inançsız veya nefsin esiri olan insanlardan alacağını alır, vereceğini de onlara yükler.

<span style="color:#0000ff;"><strong>Şeytan üçgenini kurarken, genel olarak şu üç taktiği uygular:</strong></span>

1-Günahları süsleyerek kolay ve zevkli gösterir.

2-Hayırlı işleri kötüleyerek zor ve tatsız gösterir.

3-Nefsin, kalp ve zihin tatlarına ulaşmasını engeller.

Nefis kolaycılığı, zevki seçer ve bunu sürekli yaparsa, kendi günah lezzetine alışır, başka tat ve heyecanlara kapalı kalır. Oysa, yeme içme ve cinsellik zevkinin yanında, insanın zihin zevkleri vardır, okumak, yazmak, düşünmek, öğrenmek, öğretmek, insanlara eserler ve hizmet üretmek gibi…

Ve hiçbir maddeyle, eşya, zevk hatta bilgi ile elde edilemeyecek olan, kalp, vicdan ve inanç duyguları vardır. Bu sebeple, Bilinçaltı zevklerinin, bilinç üstü zihinsel zevkleri bastırmasına, et-kemik ve beden zevklerinin, vicdan derinliklerinde kaynayan kalbin yüce duygularını yok etmesine izin verilmemelidir. Bu üç tat her yaşta kazanılmakla beraber, küçük yaşta alıştırılması gereken bir konudur.

Nefsin aklı, mantığı, vicdanı, sağduyusu, mahremiyet duygusu asla yoktur. İhtimal Kabil, şeytanın kanına girmesi sonucu, nefsin bu anaforuna yakalandı. Et kemikten oluşan sıradan bedensel bir varlıkla, mahremiyeti olan bir varlığı ayıramayacak kadar duygusal sarhoşluk içindeydi, yüksek akımla adeta çarpılmıştı.

Nefis, mahremiyeti olanlara karşı bile, dizginden boşalmış dört ayaklılara benzeyebiliyorsa (einsest) mahremiyeti olmayan eş veya karşı cins hakkında çok daha cüretkar olacak demektir. İşte bu sebepden dolayı, bir kadınla baş başa kalmama tavsiyesi, şeytan-kan, nefis-cinsellik ilişkisi kurularak çarpıcı şekilde anlatılmış oluyor. Aids de akla gelebilir.

Şeytan, ümitsizlikten çok hoşlanır. Kuran, Allah’ın rahmetinden asla ümidinizi kesmeyin der ve ümitsizliği bir inançsızlık özelliği olarak görür (12/87). Bu durumda inkarcılığa götürmesi açısından ümitsizlik, şeytanın en güçlü silahlarından biri olmaktadır.Özellikle, zayıf inançlı kimseler için bir tehlike olan yeis, insanın geçmiş ve gelecekle irtibatını koparan bir zaman biçeri gibidir. İnsanı karanlığa ve zaman boşluğuna atabilir, ciddi psikolojik rahatsızlıklara yol açabilir, depresyona sokabilir ve suç eğilimi de doğurabilir.

Bağlantısız insan her şeye bağlanabilir. Aile desteği, öğretmen, dost, arkadaş yardımı bulunmayan insan, ilgi gösteren her in sana ve kötü alışkanlıklara açık hale gelir. Bunun en güçlü ilacı, Allah’ın beraberliğinde, meleklerin desteğinde olduğunu düşünmek, ümit soluklayan dostlar edinmek, yararlı faaliyetlerde, hizmetlerde aksiyon sahibi olmaktır. Şeytan en çok, insan Allah’a yaklaşırken musallat olur.

Günahlara dalmış insanın zaten kendi cephesinde olduğunu gördüğün den ona ilişme gereği duymaz. Hayırlı bir işi yapmak üzere olan, kimselere yönelir. Namaz bunun en çarpıcı örneğidir. Hiç akla gelmeyen konuların namazda aklımıza gelmesi boşuna değildir. Yapılması gereken üzerinde durmamaktır (Bknz.İnancın Gölgesinde). Şeytanın hilesi aslında çok zayıftır (4/76.) Sadece günahları süslü gösterir (6/43, 8/48, 16/63, 27/24, 29/38).

Yukarda ele aldığımız gibi, potansiyel gücü fazla olabilir, ama bu gücünü manevra alanı olarak sadece bilinçaltında, hayal dünyamızda kullanabilir. Bir de nefsi çok iyi tanımanın avantajını kullanarak, onun dilini çok iyi çözüp kolay, çabuk ve etkili bir iletişim kurabilir, insanın diğer ruh mekanizmalarını yönlendirecek oluşumlara yol açabilir.

Terazinin iki kefesi vardır. Bir kefesi şeytana tahsis edilmiş diyelim. Şeytanın yaptığı şey, bu kefeye gramlık ağırlığını bırakmaktır. Eğer biz, nefsimizle, bilinçaltı süsleriyle aynı kefeye yüklenirsek, şeytanın kefesindeki ağırlığı arttırmış oluruz. Öte yandan, bize ayrılan kefeye; inanç, bilgi ve aksiyon adına koymadığımız her ağırlık, şeytanın hesabına işleyecek, az da olsa onun tarafı ağır basacaktır.

Bu, zararsız, hatta çok faydası olan 500 kadar çeşit üzümden yararlanmak varken, bir çeşit zararlıya, alkole çevirmek gibi bir şeydir. Ya da onun allayıp pullayıp sunduğu bir karelik bir görüntüyü, uzun metrajlı filimlere dönüştürmek gibi…

Şeytanın hilesi de aynada yansıyan alev ya da pislik gibidir, zarar vermez, bu sadece bir görüntüdür. Bilinçaltımızda ve hayal sahnemiz de sahnelenen her şeytani oyun, böyle bir yansımadan ibarettir. Hayal aynamızın yönünün çevirir isek anında kaybolur, köpük gibidir üfleyince uçuverir…

Şeytanın hilesinin zayıf görülmesinin bir diğer açıklaması da, sürekli kolay yolu seçmesidir. Tahrip etme, yok etme, olumsuza çevirme yöntemini tercih ettiğindendir. Bir binayı yapmak zordur, masraflıdır. Fakat yıkmak çok kolaydır. Bir yerde cenneti kazanmak da öyledir; iman esasları, Kur’an ayetleri, ibadetler güzel ahlak…Sonsuzluğa hazırlanan insan bir cennet örecektir.

Oysa inkarcı olmak için, iki kelimeyle yaratıcı yok demek, kurulacak bunca şeyi yıkıp yok etmek demektir. Şeytan bu yolu seçtiği için bu tarzı zayıf sayılır. Hiç bir vicdan ve akıl da böyle bir hayat yöntemini benimsemez. Böyle bir kolaylık karşısında zorluklarla mücadele etmek, kesinlikle insanı başarıya götürecektir. Çünkü cennet ucuz olmadığı gibi cehennem de lüzumsuz değildir.

Şeytana “Sultan” özel gücü verilmemiştir (16/99). Bunu şeytan da itiraf eder (14/22). Sultan, yani maddi manevi, insanın bütün yönlerine nüfuz etme yeteneği ve Fetanet gücü demektir ki bu, sadece Peygamberlere tahsis edilmiştir. (28/35). Bu güçle Peygamberler, Feraset sahibidirler, insanı simasından tanıyıp okuyabilirler (2/273, 22/72).

İnsanlara ayetleri okurlar ve onları tezkiye ederler; insanların ruhlarına, kalp ve bilinç dünyalarına inip, nefislerini temizleyebilirler (2/151). Allah’a inanan, güvenen ve Peygamberlere uyan insanlara da, şeytanın bu anlamda bir etki gücü asla yoktur.

Şeytan, nefsi de yedeğine alarak çok insanı baştan çıkarmak için and içmiş ancak, “Halis”, “Muhlis”, “Muhlas” kelimeleriyle kur’anda ele alınan ihlaslı kullarına etkili olamayacağını itiraf etmiştir (38/83). İhlas kavramı öncelikle peygamberler için sıkça kullanılır (38/46,19/51). Dini Allah’a has kılma sadece ona ibadet ve dua etme, içten olma, sadece onun rızasını düşünme anlamında da çokça geçer (4/146, 39/2,11,14).

Bu kavramda sırlı bir anlam vardır. O da içi Rahman ile doldurma, O’nun dışında nefis ve şeytanın doldurmak isteyebileceği, dünyalık lezet adına bir boşluk bırakmamak, O’na âşık olmak, O’nun aşkıyla içini lebaleb doldurmaktır. İhlasın en güzeline sahip olanlar, “Allah’ım! Ben sadece sana âşıkım!” derler ve dediklerinde de burunlarının kemiklerinin sızladığını hissederler.

Yusuf Peygamberin, Züleyha’nın zorlayan isteklerine karşı Allah’a sığınmasını da Kur’ an, ihlas olarak değerlendirir (12/24) ki kadın mevzuu, şeytanın nefis adına işlettiği en önemli boşluktur. Bir ayette de sütün, kan ve işkembe içinden gelmesine rağmen, halis ve tertemiz oluşundan bahsedilir (16/6) Bu da bize, kalp ve akıl temizliğinin, nefis ve şeytan arasından sıyrılarak tertemiz kalmasının, ihlas sayesinde olacağı dersini vermektedir. İhlas, bir anda duygu ve düşüncelerin kimyasını değiştiren, dünyanın en güçlü antibiyotiği gibidir. Ya da bir ışık gibi…

Bir anda kalbi de, bilinci de temizler ve aydınlatır.Bir taraftan günahları siler,diğer taraftan günahların yerine sevap yazdırır,öbür taraftan da bir sevap çekirdeğini bir anda binler meyveli ağaç eder.

Ayete göre müşriklerin “Ünsâ” dedikleri kadın putları vardı ve ondan isterlerdi, oysa hakikatte şeytandan istemiş oluyorlardı. Bununla kadın, düşüncesi putlaştırılmış, tanrılaştırılmış ve zevklerine, güya bir kutsallık katmış oluyorlardı. Buna göre şeytan, her devirde kadını tapılacak bir varlık haline getirecektir, yüksekçe yerlerde kadınları moda adına elbiseli elbisesiz dolaştırarak, ona tutku içinde bakmayı amaçlayacak ve hedef kitleye, süsler içinde sunacaktır.

Diğer ayette Allah’a karşı “Kullarından belli bir pay edineceğim!” diyen şeytan, muhtemelen duygu ve düşüncelere, hayal ve bilinç altına müdahale gücünden söz etmektedir. Şeytan insanda sahip olduğu bu hissesini çoğaltma savaşında şirketi tamamen eline geçirmek istemektedir. Sonra onları kesinlikle saptıracağını, onları hayal ürünü boş hayallerle şaşırtacağını, çeşitli duygu ve düşüncelerle boğacağını ifade ettikten sonra, hayvanların kulaklarını yaracaklar diye bir beyanda bulunur. Bu putlara kurban edilen hayvanların işaretlenmesidir.

Bu, günümüzdeki, Allah adına olmayan, insanlara, binalara, araçlara, açılışlara vb. şekilde kesilen hayvanlar, dine uygun olmayan uygulamalar olarak karşımıza çıkmaktadır. Şeytan bir de Allah’ın yarattığını değiştireceğini beyan eder. Buna göre erkeğin kadın kadının erkek şekline sokulması (Yazır,3/88), doğal yüz vb. yaratılışın estetik ameliyatlarıyla bozulması da çağımızın bir hastalığı gibidir.

Son ayette de şeytan insanların kafalarına boş hayaller, kuruntular, atacağını beyan eder. İnsanın zihni, bilgiyle, işle, insanlık yararına yapacağı hizmetlerle meşgul olmadığı sürece, kesinlikle boş kalmayacak, şeytan tarafından kendi programına ve hedeflerine uygun düşüncelerle doldurulacaktır (4/118-120)

Başka ayetlerde de şunlara yer verilir: Şarap.kumar, putlar, fal ve şans okları şeytan işi pisliktir. Şeytan içki ve kumarla aranıza düşmanlık ve kin sokmak, Allah zikrinden namazdan uzaklaştırmak ister (5/90,91). Ayrıca unutma konusunda şeytanın da payı vardır ((6/68;12/42;18/83;58/19), sihir konusunda da etkilidir, öğretir (2/102). Küçük bir öneriyle bu maddeyi bitirelim: Bilgisayarda, metin ya da resim üzerine başka bir yazı veya resim yapıştırma olayı vardır. Ya da kumanda aletinin düğmesine dokunuvermekle değişen televizyon kanalları.

Siz, şeytan tarafından hayal aynanıza yansıtılmış bir görüntüyle, bir çağrışımla karşılaşırsanız, anın da önceden bilinçaltına yüklediğiniz bir görüntüyü getiriverin, o uçup gidecektir. Kabe resmini, ya da Peygamberimizin yeşil kubbeli mescit ve türbesini, bilinçaltı ekranınıza koruyucu gibi hemen yerleştirirseniz, gerekince otomatik olarak gelecektir. Çağırma düğmesi olarak isterseniz, şehadet parmağınızı kullanabilirsiniz!..

<span style="color:#ff0000;"><strong>2-ŞEYTANIN DÖRT YÖNDEN YAKLAŞMASI</strong></span>

Şeytan insanları, yolun doğrusunda yürüdüklerini görürse, müdahale edeceğini, şükretmelerini önleyeceğini, günahları süslü gösterip azdıracağını, önden arkadan sağdan soldan sokulacağını ve cehennemi insanlarla dolduracağını ifade etmektedir (7/14-17, 15/39, 17/62, 38/ 79-81). Doğru yolda olmayanlara dokunma ihtiyacı zaten duymamaktadır. Şeytanın dört yönden sokulması ne anlama gelmektedir?

Yazır, bir düşmanın hücum edebileceği bütün yönlerden saldıracağı şeklinde yorumlar (Yazır,4/21). S.Kutup, şeytanın bu özelliklerinin fıtratında köklü biçimde yer ettiğini, bütün psikolojik sapmalarına rağmen, akli muhakeme ve muvazenesinin çok güçlü olduğunu belirtir. Ona göre bu akıllıca ve sinsice sokulma yolları, beş duyu ile kavranamaz (S.Kutup,fi-Zılalil-Kur’an, Hikmet Y.İst.6/34).

<span style="color:#0000ff;"><strong>a-Önden gelmesi:</strong></span>

Geleceği karanlık gösterir. Kişiye, yapayalnızsın, herkes kötü, yeteneksizsin, hep başarısızsın, geleceğin belirsiz, zenginlerin elinde oyuncaksın der, ümitsizlik bataklığına atar, psikolojisini allak bullak eder. Millet olarak geleceğiniz yok, fakir, geri ve başarısız olacak, süper ülkelere esir kalacaksınız dedirtir, her gün daha kötüye gidiyor, bu düzelmez der ümitleri kırar. Gelecek kaderde yok, yani kader yok dedirtir. Geleceği kara delik gibi kaos içinde gösterir. Ölüm sonrası hayat yok dedirtir, ahireti inkar ettirir.

<span style="color:#0000ff;"><strong>b-Arkadan gelmesi:</strong></span>

Geçmişle bağları kopartır, maziyi karalar, tarihi unutturur. Peygamber nuru yok, madde yaratılmadı, maddenin geçmişi yok, ezeli dedirtir. Kur’ an yazıldı dedirtir, maziyi büyük bir mezar olarak gösterir. Maddeci felsefeyi üfler, ”Geçmiş de gelecek de masal hep, sen gününü gün etmeye bak, hayatını yaşa!” dedirtir.

<span style="color:#0000ff;"><strong>c-Soldan gelmesi:</strong></span>

Açık küfür, inkar ve şirk kimliğiyle yaklaşır, iman esaslarını inkar ettirir. İnkarcılığı ilke edinen , materyalizmi esas alan, dini afyon olarak gören farklı ideolojilerle, Niçe, Sartır gibi insanı veya hazları ya da aklı, bilimleri doğayı tanrının yerine koyan akımlarla gelir. İnanç konularıyla ilgili sorular üretir, kafaları karıştırır, diyalektik yaptırır. Açıkça en büyük benim der, benliğini kıyasıya savunur, gerisini yok sayar.

<span style="color:#0000ff;"><strong>d-Sağdan gelmesi:</strong></span>

Münafıklığı, riyayı, ikiyüzlülüğü esas alır. Haktan doğrudan yana görünür. Pek çok hak makyajlı maskeler kullanır. Doğru şeylere fesat karıştırır. Müslümanların birbirini kıskanmalarını, gıybet etmelerini, siyasi rakiplerini refüze etmelerini, karalamalarını sağlamaya çalışır. Dünyaya bir kere geliyorsun, gençliğini yaşamana bak, her şey gençlikte olur, kötü ve yanlış olanı yaşa ki iyi ve güzel olanı anlayasın der. İbadet etmesen de kalbin temiz olmalı, önemli olan odur, asıl ibadet kalple olandır dedirtir. Yapılan hayırlı hizmetleri söyleyip gurura kapılmalarını, hayırlı işlere ve başarılara sahip çıkmalarını, ibadetleriyle övünmelerini övgü ve alkış beklemelerini sağlar, hatta ben kurtuldum, cennetliğim! fikrini pompalar. Benlik hep şeytanın mırıltılarını söylenir.

<span style="color:#ff0000;"><strong>3-ŞEYTANIN İNSAN NEFSİNİ ALTI ŞEKİLDE ALDATMASI</strong></span>

İnsanın ruhuna, kalbine ve aklına altı yönden saldırır, altı cephede savaş verir. Hile yapar düzen kurar. Diğer ifadeyle, etkisi al tına alarak ahire tini tehlike içine atmaya çalışır.

<span style="color:#0000ff;"><strong>a- Makam ve şöhret sahibi olmak.</strong></span>

Hakkın rızası yerine halkın alkışı ve övgüsü nefsi baştan çıkarabilir. Tezahürat kabre kadar sürer. Allah, ihlas sahiplerini, koltuk ve şöhretle hiç değişmeyenleri, zaten halka sevdirir, kabul ettirir (19/96).

<span style="color:#0000ff;"><strong>b-Kendinden veya başkasından korkmak:</strong></span>

Kendine güvensizlik, başaramama duygusu insanı sığlaştırır, içe kapanık yapar, yalnızlığı tercih eder, bu da şeytanın işine gelir. Haksızlık, adaletsizlik ve zulüm yapanlara karşı can ve mal ile, koltuk korkusu yaşayan lar da şeytanın oklarına hedef olmuş demektir. Tedbirli olma, insanları idare etme, sabretme ve haklarını usulünce savunmak farklıdır.

<span style="color:#0000ff;"><strong>c-Çok çalışma ve kazanma hırslısı, hastası olmak:</strong></span>

Bu, rızkın teminatını veren Yaratıcıyı itham olduğu gibi, insanı psikolojik ra hatsızlıklara da sürükler. Ayrıca haram kazanç konusundaki hassasiyeti kaybedebilir ve ferdi ve toplumsal dini yükümlülükleri aksatabi lir. Lüks ve sefahate de kapı açabilir. Dengeli olan, hizmetlerde koşan, çok kazanan, kazandığını, kıtalarla paylaşanlar da vardır.

<span style="color:#0000ff;"><strong>d-Irk, soy, din, dil, renk taraftarlığı gibi damarları işletmek:</strong></span>

Dünya tarihi bu sebebe dayanan savaşlar, katliamlar, zulümler, sürgünler ve sömürülerle doludur. Mezhep, parti, kulüp vb. çatışmalar insanlara acılar çektirir. Şeytan adeta bir vampir gibi insan kanından çok hoşlanır. Dünyaya iner inmez ilk icraatı, Kabil’e, kardeşini öldürterek kan döktürmek olmuştur. O kandan içti mi bilemiyoruz!..Kadeh kaldırmış bile olabilir!..

<span style="color:#0000ff;"><strong>e-Benlik kavgası yapmak:</strong></span>

Sadece kendini düşünmek, haklı görmek. Başkalarını küçük görmek, değer vermemek. Kusurlarını söyleyince Enaniyet damarını şişirmek. Otoritesini dayatmak. Hep ön planda olmayı istemek. Kıskançlık yapmak vb…

<span style="color:#0000ff;"><strong>f-Zevk, eğlence, yeme içme ve lüks düşkünü olmak:</strong></span>

İnsan sadece bağırsaklarının ve cinselliğinin hayatını yaşasın diye gönderilmemiştir. Bu türler ormanlarda çoktur. Meşru zevkler keyfe kafidir, haram zevklerin dışında helal zevklere bile belli bir sınır çizilmeli. Çünkü beden hayatına aşırı ilgi, hem maddi hastalıkları hazırlar hem de kalp ve düşünce dünyasının gelişmesini önler.

<span style="color:#ff0000;"><strong>4-ŞEYTAN VE BİLİNÇALTI KİMLİĞİ</strong></span>

Nefis-şeytan işbirliğinde bilinçaltına bir şekilde temas etmiştik.

Bilinçaltı, bilincimizin oluşturduğu söz ve düşünceleri, duygu ve davranışları, oluşturduğu kuralları sorgusuz, aynen, iştahla uygulamaya çalışan, düşünce dünyamızın bir mahzeni, hizmetkarı ve icra makamı gibidir. Sözgelimi, bizi, dualarımızda olmayı istediğimiz şekle sokmak için çaba sarf eder. Kendimize huzur bulmak için yaptığımız telkinleri dikkate alır onu tekrarlar durur. Kibirli, inatçı, günahkar olmayı, depresyon yaşamayı düşünüp duranlara da onları sunar. Zaman toplumsal kalkınma ve hizmet planını, yaşatmak için yaşama idealini yaşama zamanı!..

Bilinçaltı bir telkin mekanizması sayılabilir. Onu telkinlerimizin telkincisi olarak görebiliriz. Bilinçaltıyla hayatımız boyunca sürek li karşılıklı, selamlaşma gibi, telkinleşmekteyiz. Bu karşılıklı şartlandırma ve programlama anlamına da gelmektedir.

En önemli konu, bilincimizde mevcut ilahi bir yasayı ya da bu anayasaya ters düşmeyen, olumlu güzel dünyevi bir prensibi belirlemek ve bilinç altına okutmaktır. Bilgisayara program yükleme gibi…Ciddi bir inançla ve tekrarla oluşturduğumuz kurallar aynen alınıp bilinçaltı tarafından bizim için işlettirilmeye başlar. İnsanın zikri ne ise fikri de odur sözünü söyleyerek, bir ölçüde bu sistemi dile getirmiş olmaktayız. Bilinçaltının bir kulağı dilimizde bir gözü de düşünce penceremizdedir.

Bilinçaltı müthiş bir düşünce disiplini ve yönetimi imkanı tanımasına rağmen, ciddi tehlikeler de arz edebilir. Tıpkı nefis gibidir, sanki onun aynı yumurta ikizidir. Nasıl şartlandırır programlarsanız, öyle bulursunuz, öyle olursunuz. Size karşı son derece objektif tarafsız hizmetler sunduğunu görebilirsiniz. Dil gibi insanı vezir de eder, rezil de…

Şeytanla irtibatlı olarak konuya bakacak olursak, bilinçaltını bir tiyatro sahnesine benzetebiliriz. Nefis hoşuna giden rengarenk kostümleri ve dekoru seçer, senaryo yazarının verdiği rolleri oynar. Şeytan nefis için hoşuna gidecek pek çok senaryo üretir. Bu arada irade, bu arenada nefse sözünü geçirebilirse duruma el koyup bir yön verebilir ya da vicdan ve kalp muhafız ve mürşitlerini yardıma çağırarak nefse sahip çıkmaya çalışırlar ve şeytanın elinde oyuncak haline gelmesine engel olurlar.

Bilinçaltının bu mücadele ortamında, seyirci kalmaktan başka yapacağı pek bir şey yoktur, çünkü o tamamen objektif ve pasiftir Doğru ve yanlış ölçüsü vicdan ve mantık gücü yoktur. Ona göre melekten gelenle şeytandan gelen eşdeğerdir. Daima hakim olan tarafa hizmet etmek zorundadır.

Bilinçaltı bir banka gibidir, kim ne kadar yatırım yaparsa, geri istediğinde o kadar çeker, elde eder. İrademizi kullanarak şeytan ya da melek hesabı açabilir, yatırım yapmalarını bekleyebiliriz. Onların verdiği yetkiyle kendimiz de onlar adına bol bol tasarrufta buluna biliriz…

Bilinçaltı bir bahçe ve tarlaya da benzetilebilir. Şeytan sürekli İki cins tohum saçar. Birisi olumsuzluk dikenleri olarak biter, diğeri süslü günah zakkumları olarak. Devamlı ümitsizlik, karamsarlık, yılgınlık, hayattan tad almama, stres, depresyon vb. psikolojik rahatsızlıklar üretecek duygu ve düşünce fidanlarını diker, ya da fuhşa ve dinin hoş görmediği kötülüklere ait ekimlerde bulunur. Bilinçaltı çok verimli bir tarla gibi şeytanın bütün ektiklerini üretme çabasına girer. Çünkü o, gelen mesajların imzasına değil içeriğine bakar. Kendini maaşlı bahçıvan olarak görür…

Bilinçaltını şeytanın stüdyosuna, filim setine ya da dev bir ekrana bir tuvale de benzetebiliriz. Burada nefsi baştan çıkarıcı seri üretimler yapar, hayal sahnesinde 24 saat oynattığı rengarenk içerikli filimleri, tabloları bilinçaltına izletmeye, onu şartlandırmaya ve programlamaya çalışır.

Aslında bilinçaltında bütün bu olup bitenler, depolananlar, insana zarar veremez, insan sorumlu da olmaz. Zarar vermez, tıpkı bağırsaklarımız da olanların namaza ya da misafirliğe gitmemize engel olmadığı, bize zarar vermediği gibi. Ya da elimizdeki aynaya yansıyan bir ateşin elimizi yakmaması, pisliğin elimize bulaşmaması gibi.

Günah sayılmaz çünkü, Hadisin ifadesiyle günaha niyetlenen onu gerçekleştirmediği sürece günah yazılmaz, bilakis iyi niyetle vazgeçmişse sevap bile yazılabilir. Şeytanın sürekli giriş izni bulunması sebebiyle, bu, insanı dini açıdan sorumlu tutmasa da, fakat şeytanın fırınında pişirilen mutfağında, yani bilinçaltında servise hazırlanan bu olumsuzluklar, bilinç sofrasına sunulmaya başlayınca tehlike baş gösteriyor demektir. Çünkü sürekli izlenen reklam filimlerinin, bilinçaltımızı etkilemesi gibi, bu telkinler de zamanla bilincimizi yönlen dirip davranışa dönüşebilir.

Zaman gelir, bilinçaltına işlenen inkarcılık tezleri, günah tasarımları, bunalım senaryoları öyle kuvvetlenir ki bilinç de, bilinçaltı gibi bunu, gerçekmiş gibi algılamaya başlar. Hipnoz etkisinde kalmış gibi, kabullenmek zorunda kalır. İşte şeytanın bu etkisine: olabilecek olanı, olmuş veya olması gereken zorunlu bir şeymiş gibi göstermesi” diye adlandırabiliriz (imkan-ı zati, imkan-ı akli).

Bilinçaltına olumlu güzel mesajlar ve telkinler göndermek suretiyle, şeytanın olumsuz mesaj bombardımanına karşı bir dalga kıran oluşturulabilir. Fakat unutmamalı ki, şeytanın her planı ve geliştirdiği sistem, daima insanların akıllarının önünde olabilir. Onun güçlü vesvese dalgaları, bilgi setlerimizi aşabilir. Çünkü o, hiçbir insanın başaramayacağını başaracaktır; kıyamete kadar yaşayacaktır. Ve her insanın duygu ve düşüncesini, özellikle de zaaflarını anlayabilecek ve taktiklerini sürekli yenileyecet, geliştirecek ve güncelleştirecektir.

İnsanın kıyamet noktasındaki zihinsel ve duygusal durumunu dahi az çok görebiliyor olacak ki, yeminler ederek, kıyamete ka dar insanları azdırıp, cehenneme dolduracağını söylemiştir. Bu ifade, şeytanın, insanları bir gen haritası gibi çok iyi okuduğunun bir ka nıtıdır. Bu durumda, şeytanın taktiklerini, çağımızın salt akıl, bilinç, bilgi ve teknoloji düzeyiyle çözme ve aşma konusunda yetersiz kalabiliriz. Şeytan asırlar sonrasının insanının psikolojisini bile okuyabiliyorsa, gerçekten bizim canımıza okuyabilecek güçlü yeteneklere sahip demektir.

Bu tespit bir tespittir, düşmanı tanıma raporudur. Soyut bilgidir. Bu bilgiyi gerçek yapma eyleme dönüştürme yetki ve yeteneği sadece insana verilmiştir. Ateş yakar. Bu, bir bilgidir. Ama elini sokarsan yakar, bu da bir gerçek!..Şeytan da ateş olduğuna göre, ona elimizi de bilinçaltımızı da kaptırmamaya çalışacağız. Zaten bu mücadele sonucu inkişaf edecek, cennete ulaşacağız

Bu durumda, şeytanın bilinçaltımızda at koşturmasına, hakimiyet kurmasına ve bilincimizi etkisi altına alarak günah eylemleri ne yöneltmesine engel olabilmek için, bilinç ve bilgi gücünün yanında, dini inanç, ibadet , dua ve güzel hizmet eden insanların dostluğuna başvurmak gerekmektedir.

Bilinçaltı için şimdilik söylenebilecek son sözümüz, onun bir fıtrat belirleme kimlik oluşturma merkezi gibi işlediği noktasında dır. Açıklamalardan da bu anlaşılmaktadır. Bunun en çarpıcı örneği, yine kendi bilinçaltımızla bizi vurmaya çalışan şeytandır. Bu kimlik oluşumunda, insanın ikinci fıtrat kazanmasında en etkili sebep, belli inanç, duygu, düşünce ve davranış biçimini ruhunda hissederek ka bullenmesi ve tekrarla alışkanlık haline getirmesidir. Şeytanın kibirle kendi üstünlüğünü kabul etmesi ve kısır döngü oluşturarak bunu kıyamete kadar sürecek bir isyan alışkanlığına döndürmesi gibi..Benzer inat kimliğinin oluşmasını Ebu Lehep olayında da görmekteyiz. Hz. Ademle Havva’da ise itaat, tövbe ve tevazu kimliği oluşmuştu…

<span style="color:#ff0000;"><strong>5-ŞEYTAN VE CİNSELLİK</strong></span>

Bu konuda hiç yorum yapmaya gerek yoktur. Her insan, kendi iç dünyasını kontrol etse, geçmiş hayatında yaşadıklarını veya gözlemlediklerini düşünse bu konuda açıklama gereği olmadığını anlar. Dış dünyamıza baktığımızda da durum bundan farksızdır. İnsanlar bir yangına doğru koşmaktadır.

Sadece, şeytanın ‘Takva Elbiselileri” soyamayacağına işaret ediyor, ayetlerin bu konuda neler anlattığını sizlere bırakıyoruz.

“Ey ademoğulları! Size ayıp yerlerinizi örtecek ve süs olacak elbiseler yarattık. Takva elbisesi ise o daha hayırlıdır. Allah’ın bu ayetlerini belki düşünüp öğüt alırsınız!” “Ey Ademoğulları! Şeytan ana-babanızı, ayıp yerlerini göstermek için, onları çıkarttırarak cennetten çıkarttığı gibi, sizi de aldatmasın! O ve yandaşları, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Şeytanları, inanmayanların dostları yaptık!”(7/26-27).

<span style="color:#ff0000;"><strong>6-ŞEYTAN VE DUA YASASI</strong></span>

Bilinçaltımızı hem şeytandan hem de kendimizden koruma altına alabilmemiz, böylece sicili tertemiz bir ruh ve kalp kimliğine kavuşmamız için, yapmamız gerekeni, gerçek ve sonsuz kimlik vericimiz olan Kur’an, Allah’a sığınma ve dua şeklinde özetle sunmaktadır (7/200, 2 3/97, 41/36, Nas süresi).

Bilinçaltı, sorgulamadan, sadık bir hizmetkar ve ayna gibi, sizin her düşündüğünüzü ve söylediğinizi, aynen uygulamaya çalışır demiştik. Bu sebeple, hem dış konuşmalarda hem de iç söyleşilerde, daima olumlu düşünce duygu ve sözlü mesajlar yollanmalıdır. Çünkü siz bilincinizde hangi yasanın uygulanmasını isterseniz, bilinçaltı icra memurunuz onu emir kabul ederek uygulamaya çalışacaktır.

Dualarımızı öğreten Peygamberimizdir, kabul edip istekleri yerine getirecek olan da Allah’dır. İslam’ın dua yasasında, aracı olmadan doğrudan ama yürekten Allah’tan isteme vardır. Ve bu yasanın bir yüzünde insanın himmeti, gayreti, irade savaşı vermesi, te miz kimlik oluşmasında adım atması bulunmaktadır.

Diğer bir yasa maddesi olarak, sadece sözle değil, aynı zamanda şartlar neyi gerektiriyorsa, fiilî olarak dua etme, çalışma, hi met etme vardır.

Dualar, bilinçaltı yazılımıyla Cenab-ı hakka isteklerimizi bildirme ve öyle olmayı isteme demektir. Allah, ilaçları bitkileri bizim için şifa yaptığı gibi, bilinçaltımızda görüntülenen kalbin derinliklerine kadar uzanan ve kendisine tekrar tekrar ulaşan duaları, kalbimizin samimiyeti oranında kabul edecek ve bizi, isteğine uygun düşen ve bizim de arzuladığımız hale getirecek, hatta fazlasını verecektir.

Dua’nın samimi olması kadar tekrar etmesi, hayat boyu sürmesi, bilinçaltımızı sürekli olumlu çizgide denetleme adına çok önemlidir. Duada insan şu beş boyutta aktifleşebilir: Şeytanın tesirinden olabildiğince uzak, koruma altındadır, nefsin ve arzularının çekiciliğinden soyutlanmıştır, düşüncesini belli bir noktaya teksif edebilmektedir, duygu yoğunluğu yaşayabilmektedir, vicdan duyarlılığı artabilecektir.

Duanın diğer bir özelliği de, bazı zaman risk taşıyan yalnızlığın büyük avantaja dönüşmesidir. Tek başına olan bir kimsenin duasında sadece Allah vardır. Kimseye gösteriş yapma ihtimali yoktur. İnsanların içinde de içten dua yapılabilir.

Dua sadece dille değil, eylemle de yapılmalıdır. Ve her mekanizmanın duası kendi mahiyetine göre olur. Dilin yapacağı kelimeleri sırasına göre söyler, gözler belki yaşını boşaltır, mimikler hüzün pozisyonu alır, eller temsîlen göklerin sonsuzluğuna açılır. Bazen bel de iki büklüm olur. Fakat aynı eller fiili olarak da yapabileceği şeyler varsa onları yerine getirmelidir. Çiftçinin bol ve helal ürün beklentisiyle dua amacıyla açtığı elleri, tarlada bahçede çalışarak o duayı tamamlamak zorundadır. Okul ve sınav başarısı için gözler uykusuz kalabilmeli, yorulmalıdır. Bunun gibi, düşüncenin duası da önemlidir. Çözmek istediğimiz bir problem üzerinde ciddi düşünme olmadan çözüm üretilemez. Toplumsal her problem için de öyle…Büyük beyinlerinin beyin çileleri ve sancıları da büyük olur, onlara lütfedilecek olanlar da…

Kalbin ve vicdanın duası ise, en önemli olanıdır ki hadis Allah’ın, insanların dış görünüşlerine değil, kalplerinde olana ve davranışlarına baktığını belirterek, sözle yapılan duaya biri kalbi diğeri fiili olmak üzere iki boyut daha eklemektedir. Buna göre şeytanın etkisinden korunmak, nefsin önü alınmaz isteklerinin hakkından gelebilmek için yapacağımız dua üç boyutlu olmalıdır: Kalp samimiyetle Allah’a yönelmeli, dil ve diğer duyu arkadaşları bu içtenliğe iyi tercüman olmalı, bir de davranışlarla üzerimize düşen görevler yerine getirilmelidir.

Böyle olunca, dille, ayak üstü yapıverdiğimiz bir sözlü dua ile şeytanın etkisinden, nefsin kötülüklere sürüklemesinden kurtulmayı beklemek en azından kolaycılık olur, anlattığımız gerçeklerle de örtüşmez. Ancak tam çaplı yapılan dua sonucu, şeytan etkisiz kalır, nefis dize gelir, bilinçaltı süt gibi saf duygular ve düşünceler üretir, akıl ve kalp birer kanat olup insanı başarılara ve sonsuz mutluluklara uçurur. Konu ile ilgili bir ayet: “Duanız olmasa ne kıymetiniz var!” (25/77) Peygamber Efendimizden örnek bir dua: ”Rabbim Beni göz açıp kapayıncaya kadar nefsimle baş başa bırakma!”…

<span style="color:#ff0000;"><strong>7-ŞEYTANIN DAMARDAKİ KANLA DOLAŞMASI</strong></span>

Şeytan, insanın ayağını bastığı her yerde, manyetik bir gaflet perdesi oluşturur. Kalp ve beyin gücünün çekimi zayıf olanlar, kolayca şeytanın, bu güçlü, gaflet çekim alanına girebilirler. Bu Allah’a en yakın olduğumuz namaz için bile geçerlidir. Namazda ses çıkararak, ağzını gergedan gibi açıp esneyen insana üzülmek, mümkünse tatlıca uyarmak gerekir. Çünkü şeytan gülmektedir. Bu sebeple sünnet ve farz namazları farklı yerlerde kılmak sünnettir. Peygamberimizin: “Size gaflet gelen yeri değiştirin!” tavsiyesi (Prof.i.Canan, Hadis Ans.7/368), hayatımızın her saati için bir davranış ilkesi olabilecek önemdedir. Uzun gece yolculuğundan sonra yorgunluk sebebiyle sabah namazına kalkılamayınca Peygamberimiz, şeytanın musallat olduğu bu yerden uzaklaşmalarını istemişti. Sokakta, çarşı da, yolculuklarda, işyerlerinde hatta evimizde televizyon başında durum bundan daha az endişe verici olmasa gerektir. Öfkelendiğimiz de de yer-ortam değişikliğinin istenmesi ve bunu yaptığımızda rahatlamamız da aynı konuyu destekler.

Öfke de adeta şeytanın sadistçe tad veren kamçısı gibidir. Öfkelendiğimiz yerde otağını kurmuş, av bekleyen örümcek gibi, el lerini ovuşturmaya hazır, kırıp dökmemizi beklemekte olduğunu hatırlamalı, o alanı terk etmelidir. Bermuda üçgenine onun isminin verilmesi de tesadüf olmasa gerektir. Bu sebeple, şeytanî çekim alanlarına karşı manevî ve ilmî yönü güçlü olan dostlar, arkadaşlar edinmekte yarar vardır.

Bilinen bir hadiste de Peygamberimiz, şeytanın, insanda kanın dolaştığı gibi dolaştığını belirtir (Canan, age.,c:7,s: 118). Bu genellikle yanlış anlaşılır. Şeytan kan mı ki damarlara girsin de dolaşsın! Oysa şeytan ilk cin atası olarak bir tür ışın varlıktır. Röntgen ışınları vücudumuza rahatlıkla nüfuz edebilmektedir. Ve şeytanın kıyamete kadar en üstün teknoloji seviyesine ulaşacak insanlarla beraber yaşama iznine sahip olduğunu unutmayalım.

Muhtemelen o, daha şimdiden, bilgisayarlar için hazırlanan virüs programları gibi, asırlar sonrasının, uzay yaşamlı insanları için bile farklı planlar ve alternatif sistemler, anti-hizmetler tasarlamakta, ekip çalışması yapmaktadır. Şeytan, insanda, kendisine ait önemli bir paya sahip olduğunu ve insanın yaratılışını değiştireceğini belirtir (4/118). Bu, kromozomlara müdahale ile farklı özelliklere sahip insan modellerinin geliştirileceğine bir işaret de sayılabilir.. İnsanlardan çok farklı şeyler görebildiklerine (3/48) ve deniz diplerine ve uzay derinliklerine dalabil diklerine göre (38/37), insanın gen haritasına müdahale etmek, şey tan gibi zulüm yayan yeni tür canavar insanlar üretilmesini teşvik için kanla, kromozomlarla yakından ilgileniyor olabilirler.

Ayetin, insanların mallarına ve evlatlarına ortak olacağını belirtmesi (17/64) de buna işaret sayılabilir.Ortaçağ Avrupa’sında kadınlar, içine şeytan girmiş diye kafaları haç şeklinde yarılıp derisi sıyrılarak tuz basılırdı, bazen de yakılırdı. Benzer gerekçe ile doğan çocuklar kilisede vaftiz edilir, temizlenir. O anlayışa göre kadın yani Havva, şeytanla işbirliği yapmış, hatta içine girmesine izin vererek, gizlice cennete sokmuştur. Bu yetmemiş gibi, Adem’i de kandırmış, yasak meyveyi yedirmiş insanoğlunun lanetlenmesine ve cennetten kovulmasına yol açmıştır. Bunun sonucu her doğan çocuk, alnında bu günah lekesiyle doğar. Bu yüzden kutsanmış su ile vaftiz edilmeli yıkanarak bu günah kirinden temizlenmelidir.

Bu anlayışta olduğu gibi gerçekten şeytan, her insanın damarlarında kan gibi, dolaşmakta mıdır? Bu aslında akla, tertemiz sü tün, kan ve işkembenin içinden süzülerek gelmesini de hatırlatıyor (16/66). Tertemiz duygu ve düşüncelerimizin, ihlasla yapılan saf, bembeyaz hayır yüklü davranışlarımızın, her an şeytan ve nefis tarafından kirletilme ihtimaline karşı uyanık olmalıdır.

Öte yandan, hem meleğin hem de şeytanın insanın psikolojik hayatını etkileyebilecek şekilde, sınırlı ölçüde de olsa belirli duygu ve düşüncelere ivme kazandırabileceklerini kabul etmek gerekir. Kur’an, şeytanın, insanın içine girip yerleştiğinden ve benliğini tamamen sahiplendiğinden söz etmiyor. Ruh boşluklarını ki duygu ve düşünce arızalarına yol açabilecek nefis istekleridir; bunları çok rahat okuyabildiğinden ve bildiğinden ve günahları süslü gösterdiğinden bahsediyor. Mücerret okuma ve bilme ise (kader konusunda olduğu gibi) yaptırım sayılmaz.

Fiziksel bir hulûl (iç içe geçme, bedende bütünleşme) söz konusu olmasa bile,” melek gibi şeytan gibi” dedirtecek tarzda bir karakter bütünleşmesi de inkar edilemez. Nas süresinin sonunda cin ve insanlardan oluşan şeytanlardan, Allah’a sığınmamız öğütleniyor olması da çok dikkat çekicidir.

O kadar ki şeytanı kıskandıran insanlar olmuştur. Firavun bunun en tipik örneğidir. Şeytan bile Allah ile konuşurken, isyan etmesine rağmen “Rabbim!” diye hitap ederken (15/36), Allah’tan, azabından korkarım diye itiraf ederken (3/48), Firavun “Rab benim!” diyebilmiştir (79/24).

Ve beyin yapıcı müfessirin dediği gibi, insanlığını kaybetmiş bu gibi insanların beden elbisesinden sıyrılmaları mümkün olsaydı, karşımıza o habis cinler çıkardı; o şeytan varlıkların insan bedenine dönüşmeleri mümkün olsaydı bu sefer de karşımıza bu tarihî zalimler ve benzerleri çıkardı. Bu, en şerefli ve mükemmel yaratılan insanın, pahalı tereyağın bozulunca acılaşması ve yoğurt kadar işe yaramaz hale gelmesi gibi, mahlukatı çok geride bırakan iğrenç bir durum almalarının kaçınılmaz sonucu olmaktadır.

Şeytanın kan gibi dolaşması, insana yakın oluşunu, kalbine ve bilincine sinsice sokulabileceğini ifade etmek için bir mecaz olarak ifade edilmiş istiare yapılarak, “Kan gibi, insandan hiç ayrılmadı” , gen haritasını çıkarır gibi kanını, duygu ve düşüncelerini çok iyi okudu manası kastedilmiş olabilir. Nitekim biz “Ben senin ciğerini okurum, bilirim!” deriz. Bununla beraber fiziksel bir tezahür de söz konusu olabilir. Kur’an’da eski milletlerin azgınlığı karşısında,”maymun olun!” denmesini de ( 2/65, 7/166), buna benzer şekilde anlayabiliriz. Yani sireten (karakter olarak) de süreten (fiziksel olarak) de bir değişim yaşamış olabilirler (Yazır,age; c:1,s:317). Cebrail de Dıhye isimli sahabi şeklinde gelip Peygamberimize islam’la ilgili sorular sormuştu. Bir keresinde şeytanın da insan şeklinde görünüp hicrette, müşriklerin tuzak kurmalarına yardımcı olduğu rivayeti vardır.

Zevaidde şu iki olayı görüyoruz: Bir sahabi, namazda bir durum yaşadığından, kıldığını anlamaz hale geldiğinden şikayette bulundu. Peygamberimiz, üç kez göğsüne vurdu “Çık Allah”ın düşmanı” dedi. O kişinin bir daha şikayeti olmadı. Benzer olayda da, delilik şikayetiyle getirilen birisine, değişik sürelerden ayetler okudu, nefes etti, o kişi iyileşti (Bknz.İ. Canan, age . c:17 ,s:471).

Hadis kitaplarının Tıp bölümlerinde değişik şifa tavsiyelerine ve olaylarına da rastlanır. Peygamberimiz bir taraftan şifayı Allah’dan bekleyerek dua etmeyi tavsiye ederken öte yandan, doğrudan muskalardan şifa aramanın yanlış olduğunu belirtir, şirk olarak de ğerlendirir ( İ.Canan, age,11/7).

Peygamberimiz öncelikle, yaşlılık ve ölüm hariç her derdin devası mutlaka olduğunu ve araştırılması gerektiğini istemiştir (İ. Canan,11/131) Fakat dua iki kanatlı olmalıdır: Sözlü ve fiili. Hem doktora gidip ilaç almalı, hem de dua etmelidir. Dua edilmese günah da olmaz, şifa da bulabiliriz.

Şeytanın çıkarılması olayına da önyargıyla yaklaşmamak gerekir. Bu Peygamberimize özel bir davranış biçimi olabilir. Nitekim, Hz. İsa da eliyle körleri iyi etmiş, ölüleri canlandırmıştı (3/49) Hz.Süleyman, cinleri hakimiyeti altına almış, mabet yapımı vb. işlerde çalıştırmıştı (27/ 17,39; 34/12). Peygamberler şeytan ve nefse karşı en güçlü ve korunmuş ve onlara daima üstün gelen kimselerdir.

Peygamberimiz, kendisinin de bir şeytanı bulunduğunu fakat onun ya da etki alanı nefsinin kendisine teslim olduğunu ifade eder (İ.Canan, 7/118,12/103)

Şeytanın ilgilenmediği bir tek insan bile yoktur. Şeytan, insanları azdıracağım cehenneme dolduracağım derken, muhtemelen bu ulaşım ağının kapsamının da farkındaydı. Ve belki de şeytanlar, (ki Kur’an onları grup, topluluk, ordular olarak da ele alır) enikleri çok olan kelpler gibi, en azından insanların nüfusuna denk düşecek şekilde çoğalabilmektedirler ki kişi başına en azından bir şeytan düşsün. Kelbin yaladığı kabın yedi kez yıkanıp toprakla ovulması tavsiyesinin hikmeti olarak, şeytanın kelplere olan yakınlığına dikkat çekilmek mi istenmiştir acaba? Çünkü şeytanlar da kimi zaman topluca bir insana saldırabilmektedir.

Bütün bunlardan sonra, şeytanın damarlarımızda dolaşan kan olduğunu iddia etmek kadar, aksini iddia etmek de doğru olmayabilir. Bugün gelişen teknoloji sayesinde, kanda dolaşan mikroskobik cihazlarla operasyon yapılıyor. Geleceğin insanının, beynine yerleştirilecek minik bir cihazla şeytanca işler yaptırılırsa, ya da genlerle oynanarak şeytan gibi insanlar kopyalanırsa, o zamanın insanı bu hadisi herhalde daha farklı anlayabilecektir.

Kaldı ki Peygamberimiz, bu sözü, kocası yolculukta bulunan kadının yanına gidilmemesi uyarısında bulunurken söylemiştir. Aslında bu konuda da bu mecazi benzetme dikkat çekicidir. Akla hemen şeytanın Adem ile Havva’ya yaklaşması olayı ile Kabilin kız kardeşini ısrarla talep etmesi ve cinayet olayını hatıra getirmektedir.

Kur’an’da şeytanın Kabili bir şekilde doğrudan etkilediğinden söz edilmez. Kimbilir şeytan zaten adeta Kabil olarak temsil edilmiş oluyordu, Kabil iç dünyası itib.ariyle şeytanla bütünleşmiş, adeta şeytanı içine almış gibiydi ki, Koca Nebi Baba’ya ve kardeşine karşı şeytanca işler yapıyordu.

Yusuf’a yangın Züleyhayı da, Yusuf’u görünce, hayranlıktan kendilerinden geçip, meyve yerine ellerini doğrayan kadınlar konusu da akla gelmektedir…Ve cinsellik gibi bir konu ile şeytan ilişkisinin, ancak böyle bir benzetme ve mecazi sözle anlatılabileceğini daha iyi kavrayabiliyoruz.

Cinsellik yüksek elektrik enerjisi taşıyan bir akım hattı gibidir. Kiminin plastik izolasyonu kuvvetlidir kiminin kaçakları vardır, bazısı da çıplak kablo gibi azmışlık içindedir, etrafı çarpar, dokunanı yakar. Türkçe’mizde ” kan kaynaması “diye bir deyim vardır. Bir de “kanıma girdin!” derler! Nefse, nesli çoğaltması için avans lezzet olarak verilen bu duygu kadar, insanın damarlarına işleyen, kanına giren, kanını kaynatan ikinci bir duygu yok gibidir. O kadar ki, LPG gazına, ya da benzine bir kıvılcım değmesi gibi, anın da parlayabilen bu nefsani özellik, kontrolsüz kalırsa yangınlar ve farklı derecedeki yanıklar kaçınılmaz olacaktır. Ve halk dilindeki “Şeytan gibi kanıma girdin!” sözü daha iyi anlaşılmış olmaktadır.

<span style="color:#ff0000;"><strong>8-HADİSLERE GÖRE ŞEYTANIN DÖRT İLGİ ALANI</strong></span>

Şeytanın ilgilenmediği bir insan olmadığı gibi, insanın hayatında elini karıştırmadığı bir anı ve alanı da yoktur. Hadislerde her insanın bir şeytanı olduğu ve insanın her şeyiyle ilgilendiğinden söz edilir. Biz, insanın hayatının, önemli bir bölümünü alan dört konuya dikkat çekmek istiyoruz. (İ.Canan age.,c:6,s:109;c:10,s:401): Namaz, konuşma, yeme ve uyuma…

Namaz dinin direği olduğuna göre, onun çökertilmesi dinin zedelenmesi anlamına gelir. Bu amaçla şeytan, ruhumuzda yüzen duyguları nasıl oltalıyorsa, hafızada depolanan bilgi merkezlerine nasıl müdahale edebiliyorsa, bilinçaltında saklı arşivlere nasıl ulaşabiliyorsa; dünyanın en uzman hipnozcusu gibi, bilgi dosyalarını açar, hiç hatıra gelmeyen olayları hatırlatır, anıları canlandırır, problemleri hortlatır, sıkıntılarıyla uğraştırır. O kadar ki, namaz sonrası kaç tesbih çekiyorsak, tek tek uğraşır, her birini yaralamak için o kadar mesaj gönderir. Bunu hep yaşarız, kaç rekat kıldığımızı unuturuz. Bu tekrar ediyorsa, namazı tamam kıldım demeli, vesveseye kapılmamalıdır.

Namaz, ruhun rehabilitasyonu gibidir. Vicdanda ve bilinçte bir onarım, bakım ve yenilenme eylemi sayılır. Namaz, yara almış iç duygu ve düşünce ünitelerinin hücre yenilenmesi anlamına gelir. Saatler boyu içten nefis, dıştan şeytan arasında örselenen, oklara hedef olan bu iki yapımız, bulaşan virüsleri namazla dezenfekte eder, siler atar. Şeytanın telaşı bundandır. “Gün boyunca bunca zah metlere katlandım; baktırdım, dinlettim, konuşturdum, düşündürdüm, duygular tattırdım,. Şimdi gidecek, namazda bütün emeklerimi he ba edecek. Buna asla izin veremem!” der ve tabya değiştirerek namaza yüklenir. Manevi ikmal yollarımızı bombarduman etmeye çalışır.

Bu açıdan bakınca şu ayetle huzur bulabiliriz: “Namaz bütün kötülüklerden ve fuhşiyattan korur” (29/45) Namazın beş tırnaklı manevi pençesi, bir şahin gibi şeytanın da, şeytanın konsolosu, kötülük isteyen nefsi de kıskıvrak yakalayıverir. Fakat namaz gibi ciddi bir savunma mekanizması olmayan veya kırmızı kuvvetlere karşı donanımı oldukça zayıf kalan insanın, yara almadan kurtulması ol dukça zordur. Sizin namazınız varsa, benim de namaz aralarım var dercesine şeytan, bir cephede kaybetse de mutlaka yeni cepheler açarak amacına ulaşmaya çalışır ki ona göre en kullanışlı olanı, insanı yerinde vezir yerinde rezil yapan dil olabilir. Hem sözlerle hem de lezzetlerle onu baştan çıkarmaya çalışır. Şeytan büyüleyici, ruhu esir edici sözlere, yazılara bayılır. Çünkü, Peygamberimizin dilinde, mucize olarak gelen, üslûbuyla ve muhtevasıyla insanları kıyamete kadar etkileyecek olan Kur’an vardır. Şeytanın dilinde de buna ra kip olabilecek güçlü sözler olmalıdır ki insanları cezp edebilsin. Bu manada, hayırlara vesile olmayan, kötülüğe sebep olan her türlü na zım ve nesir yazılar, sihir etkisi yapan konuşmalar hep, şeytanın tuttuğu ve teşvik ettiği tarzlar ve malzemelerdir.

Kur’an’a, İslam’a muhalefet eden, hasım olan ve bu konuda, şiirler döktüren, propaganda yapan, sloganlar atan, konferanslar veren her dil, kesinlikle şeytan tarafından taçlandırılmakta, alkışlanmaktadır. Dilde, gıybet, iftira, küfür, alay, hakaret, lakap, laf taşıma gi bi herkes tarafından çirkin olduğu teslim edilen sözlerin bulunması tartışmasız, şeytanın pek hoşuna gitmektedir. Diğer taraftan dilin, Hakkın anılması ve hak ve hakikatlerin gönüllere duyurulması istikametinde nasihatlerde ve ilmi sohbetlerde kullanılmaması da, şeytanın bu cephede galibiyetini ilan etmesi için yeterli olacaktır.

Namaz ve konuşma olaylarının yanında şeytan, yeme içme konusuna da oldukça yüklenir. Dilin, lezzet rüşvetlerine kurban edilmesi, israf bataklığında yok olması, önemlisi de haram lokmayla, içki ve uyuşturucuların mekanı olması, “Hedefime ulaşıyorum!” diye düşünmesi için yeterli sebeplerdir. Bu konuda o kadar titizdir ki, meleklerin misk kokan oruçlu ağız aramalarına mukabil, haram tüten yemek, alkol kokan içecek bulunan sofra şeytan için bir bayram yeri sayılabilir. Bunları bulamadığında, ilk lokmanın besmelesiz alınması bile onun mutlu olmasına yetebilir. Avanesine sevinçle seslenir: ”Şu eve koşun, orda size de rızık var, çünkü besmelesiz başladılar!” Besmelesiz başlanan aile ilişkisinde de Şeytan, aynı daveti yapmakta mıdır acaba!.. Hatta Peygamberimiz, besmelesiz lokmada şeytanın elinin de bulunduğunu belirterek, şeytan savaşlarında besmelenin, ne kadar önemli bir silah olduğunun altını çizmektedir.

Uyku, bilinçaltı tarlasını işlemenin, ekip biçmenin en uygun ve verimli mevsimi. Ruh sessiz, vicdan derinlere gömülmüş, bilinç kepenkleri göz kapaklarıyla beraber indirmiş, el ayak çekilmiş, dille kulak bütün işlemlere çoktan paydos demiş. Pusuda bekleyen düşman için, özgürce at sürme zamanı. Kapkara göz kapakları perdesinde, rengarenk rüya filimleri izletme saati. Şeytanın uykuda bile insan ruhuyla oynamaktan, alt bilince ulaşarak, onu gündüze şimdiden olumsuz olarak kurmaktan vazgeçmediğini görüyoruz. Uyumayıp haram eğlence dünyalarına dalanlar için o kadar endişe edilecek bir şey yoktur, onlar o istemeden onun istediklerini yapmaktalar!..

Eğer biz uyku öncesi gece programımızla; namazımız, abdestimiz, sohbetimiz, okumamız , düşünmemizle, uzun bir uyku yolculuğuna çıkmadan önce (ki uyku saati süresince artık kıtalar aşılıyor) uykumuza sahip çıkmazsak, sahip çıkacak ve kelepir mal bulmuş gibi sevinecek, bir yazı tahtası gibi sabaha kadar onu işleyecek yaratıklar, karabasanlar gibi hazır beklemekteler.Yatağımıza girdi ğimizde başucumuza beş (namaz) korumalarını dikmediysek, gün boyu dilimiz, güzel nasihatlarla hakikatlere tercüman olmadıysa, ye meklerde haram helal demeden, besmele nedir bilmeden yalayıp yuttuysak bir de tıka basa doldurduysak; aslında biz, ruhumuzu bilinçaltı hortlaklarının neşterli ellerine teslim etmişiz demektir.

Peygamberimiz, abdestli ve dualarla yatan insanın soluklarının bile tesbih sayılacağını belirtmektedir. Bu, aynı zamanda bilinç altının, manevi bir perde ile koruma altına alındığı anlamına gelmektedir. Gündüz yaşadıklarımız nasıl, gecemizi etkiliyor,uykumuz da da, serbest kalan balonlar gibi, bilinç semamızı kaplıyorlarsa, gece yaşadıklarımız ve rüyalarımız da aynı şekilde, ruhumuza yansıya cak ve gelen günümüzü etkileyecektir.

İnsan, namazına, yemesine, konuşmasına ve uyumasına bir disiplin kazandırırsa, şeytan-nefis ittifakına karşı, duygu ve dü şüncede ölçülü ve dengeli yönetim yeteneğini kazanmış olacaktır. Bu konu güncel kitaplarda sıkça işlenir. İnsanın duygusal durumu, onu belli davranışlara yönlendirdiği gibi, bedensel davranışları da, ruhsal durumunun değişmesinde etkili olmaktadır. Zaten bizim Kur’an ve Hadis kaynaklarımızda, başka akılların da bulabileceği, hayata denge kazandıracak pek çok prensip bulunmak tadır.

Kur’an akıl ve kalp için bir farklı ölçeklerde bir harita gibidir. Akıl da Kur’an’a denk düşen prensipler geliştirebilir. Ne var ki vahyin ışığında yürü yen akıl daha net ve isabetli bir görüşe sahip bulunmaktadır. (Konuyu kapatırken, büyüklerimizin tekrarladığı üç hayat prensibinden söz etmiş olduğumuzu farkettik: “Kılletü’t-taâm, kılletü’l-kelâm kılletü’l-menâm!” Vahiy rotasında dümen tutan akıllar nasıl da aynı sahillerde buluşuyorlar!..)

Şeytandan korunmanın en etkili yolu, secde etmektir. Bunun anlatıldığı yerde Kur’an’da secde ayeti vardır. Şöyle der: “Şeytandan bir dürtme bir tahrik geldiğinde hemen Allah’a sığın!”(7/200). Secde şeytanın ilk kopuş, kovuluş ve bir yönüyle yıkılış miladı sayıldığından, bunun hatırlatılması, onun canını acıtacak en birinci yöntem olmalıdır. O Allah’tan secde etmeyerek kaçmıştı, biz onun inadına secde ederek ondan ayrılmış, melekler tarafını tutmuş, Allah’a sığınmış oluyoruz.

Devamında da, gelen vesvesenin takva sahipleri tarafından, iç gözüyle anında fark edileceğinden ve Allah’ın hatırlanacağından söz edilir. Bu aslında secde görevlerini yerine getiren insanın, namaz ve secde dışındaki durumlarında da güçlü zihin yapısıyla, her zaman şeytanı alt edebileceğini göstermektedir.

Buradan yola çıkarak şu yöntemi uygulayabiliriz. Namaz, dua, dini hizmet gibi meşguliyetlerimizin dışında da biz namazdaki gibi güçlü ve donanımlı olabiliriz. Bu satırları okuduğunuz âna kadar, hayatınızda sizi en çok etkileyen bir secdenizi ya da namazınızı hatırlayıp hemen şu an zihninizde hatırlayıp canlandırmanızı, güçlü parlak ve renkli ışıklarla, sevinç içinde hayalinize büsbütün yaymanızı ve kuvvetle yapıştırmanızı öneriyoruz. Gözlerinizi kapayarak ve hamd ederek uzun süre izleyebilirseniz çok daha iyi olacaktır.

Bunu sık sık tekrarlayınız. Ne zaman hayalinize Kur’an’ın çirkin gördüğü bir görüntü veya ses yansımış olsa, dev parlak secde görüntüsü imdadınıza yetişecek, olumsuz düşünceyi anında kaplayıp yok edecektir. Biz buna zihin secdesi diyebiliriz. Bu teklif ölünce ye kadar sürmesi gereken bir taktiktir. İlk orijinallik, zamanla gidecektir. Ancak, biz her namazdan ciddi manevi lezzet almasak da onu ölünceye kadar kılmaya niyetli olduğumuzu gibi, zihnimizdeki secdeyi de böyle düşünebilir, her olumsuz ve çirkin şeytan veya nefis dürtmesinde, hayalen Allahü-ekber deyip secdeye gidebiliriz…Hem, hayalimizde en çok neyi yaşarsak, berzahta da onunla yaşayacağız…

Kur’an’da bilinçaltı eğitimi (drmavi)

<span style="color:#ff0000;"><strong>MELEK, ŞEYTAN VE NEFİS ÜÇGENİNDE BİLİNÇALTI KİMLİĞİMİZ</strong></span>

Hayal dünyamızı ve bilinçaltımızı kontrol altına almaz disipline edemezsek, bizi bilincimiz ötesinde birilerinin yönetmesine izin vermiş ve kendimizden ve O’ndan yoksun kalmış oluruz. O Yeşil Kubbe, bilinç kitabımıza kapak ve hayal aynamıza ana sayfa yapılırsa, geniş ve derin manasıyla birlikte iç kontrolümüzü güçlendirebilir, iç ve dış alemimizi aydınlatabilir, bilinçaltı hortlaklarının bizi yutmasına engel olmasını sağlayabiliriz. Her olumsuz durumumuzda Miracın hatırlanması da, tefekkür miracı yapılması da benzer etkiyi yapabilir… Hele insan bu Miracında “Rabbi!” ve “Seyyidi!” Hilal uçlarında kalbiyle aklını, vicdanıyla nefsini buluşturabilmişse!…

Nefis-şeytan işbirliğinde bilinçaltına bir şekilde temas etmiştik.

Bilinçaltı, bilincimizin oluşturduğu söz ve düşünceleri, duygu ve davranışları, oluşturduğu kuralları sorgusuz, aynen, iştahla uygulamaya çalışan, düşünce dünyamızın bir mahzeni, hizmetkarı ve icra makamı gibidir. Sözgelimi, bizi, dualarımızda olmayı istediğimiz şekle sokmak için çaba sarf eder. Kendimize huzur bulmak için yaptığımız telkinleri dikkate alır onu tekrarlar durur. Kibirli, inatçı, günahkar olmayı, depresyon yaşamayı düşünüp duranlara da onları sunar. Zaman toplumsal kalkınma ve hizmet planını, yaşatmak için yaşama idealini yaşama zamanı!..

Bilinçaltı bir telkin mekanizması sayılabilir. Onu telkinlerimizin telkincisi olarak görebiliriz. Bilinçaltıyla hayatımız boyunca sürek li karşılıklı, selamlaşma gibi, telkinleşmekteyiz. Bu karşılıklı şartlandırma ve programlama anlamına da gelmektedir.

En önemli konu, bilincimizde mevcut ilahi bir yasayı ya da bu anayasaya ters düşmeyen, olumlu güzel dünyevi bir prensibi belirlemek ve bilinç altına okutmaktır. Bilgisayara program yükleme gibi…Ciddi bir inançla ve tekrarla oluşturduğumuz kurallar aynen alınıp bilinçaltı tarafından bizim için işlettirilmeye başlar. İnsanın zikri ne ise fikri de odur sözünü söyleyerek, bir ölçüde bu sistemi dile getirmiş olmaktayız. Bilinçaltının bir kulağı dilimizde bir gözü de düşünce penceremizdedir.

Bilinçaltı müthiş bir düşünce disiplini ve yönetimi imkanı tanımasına rağmen, ciddi tehlikeler de arz edebilir. Tıpkı nefis gibidir, sanki onun aynı yumurta ikizidir. Nasıl şartlandırır programlarsanız, öyle bulursunuz, öyle olursunuz. Size karşı son derece objektif tarafsız hizmetler sunduğunu görebilirsiniz. Dil gibi insanı vezir de eder, rezil de…

Şeytanla irtibatlı olarak konuya bakacak olursak, bilinçaltını bir tiyatro sahnesine benzetebiliriz. Nefis hoşuna giden rengarenk kostümleri ve dekoru seçer, senaryo yazarının verdiği rolleri oynar. Şeytan nefis için hoşuna gidecek pek çok senaryo üretir. Bu arada irade, bu arenada nefse sözünü geçirebilirse duruma el koyup bir yön verebilir ya da vicdan ve kalp muhafız ve mürşitlerini yardıma çağırarak nefse sahip çıkmaya çalışırlar ve şeytanın elinde oyuncak haline gelmesine engel olurlar.

Bilinçaltının bu mücadele ortamında, seyirci kalmaktan başka yapacağı pek bir şey yoktur, çünkü o tamamen objektif ve pasiftir Doğru ve yanlış ölçüsü vicdan ve mantık gücü yoktur. Ona göre melekten gelenle şeytandan gelen eşdeğerdir. Daima hakim olan tarafa hizmet etmek zorundadır.

Bilinçaltı bir banka gibidir, kim ne kadar yatırım yaparsa, geri istediğinde o kadar çeker, elde eder. İrademizi kullanarak şeytan ya da melek hesabı açabilir, yatırım yapmalarını bekleyebiliriz. Onların verdiği yetkiyle kendimiz de onlar adına bol bol tasarrufta buluna biliriz…

Bilinçaltı bir bahçe ve tarlaya da benzetilebilir. Şeytan sürekli İki cins tohum saçar. Birisi olumsuzluk dikenleri olarak biter, diğeri süslü günah zakkumları olarak. Devamlı ümitsizlik, karamsarlık, yılgınlık, hayattan tad almama, stres, depresyon vb. psikolojik rahatsızlıklar üretecek duygu ve düşünce fidanlarını diker, ya da fuhşa ve dinin hoş görmediği kötülüklere ait ekimlerde bulunur. Bilinçaltı çok verimli bir tarla gibi şeytanın bütün ektiklerini üretme çabasına girer. Çünkü o, gelen mesajların imzasına değil içeriğine bakar. Kendini maaşlı bahçıvan olarak görür…

Bilinçaltını şeytanın stüdyosuna, filim setine ya da dev bir ekrana bir tuvale de benzetebiliriz. Burada nefsi baştan çıkarıcı seri üretimler yapar, hayal sahnesinde 24 saat oynattığı rengarenk içerikli filimleri, tabloları bilinçaltına izletmeye, onu şartlandırmaya ve programlamaya çalışır.

Aslında bilinçaltında bütün bu olup bitenler, depolananlar, insana zarar veremez, insan sorumlu da olmaz. Zarar vermez, tıpkı bağırsaklarımız da olanların namaza ya da misafirliğe gitmemize engel olmadığı, bize zarar vermediği gibi. Ya da elimizdeki aynaya yansıyan bir ateşin elimizi yakmaması, pisliğin elimize bulaşmaması gibi.

Günah sayılmaz çünkü, Hadisin ifadesiyle günaha niyetlenen onu gerçekleştirmediği sürece günah yazılmaz, bilakis iyi niyetle vazgeçmişse sevap bile yazılabilir. Şeytanın sürekli giriş izni bulunması sebebiyle, bu, insanı dini açıdan sorumlu tutmasa da, fakat şeytanın fırınında pişirilen mutfağında, yani bilinçaltında servise hazırlanan bu olumsuzluklar, bilinç sofrasına sunulmaya başlayınca tehlike baş gösteriyor demektir. Çünkü sürekli izlenen reklam filimlerinin, bilinçaltımızı etkilemesi gibi, bu telkinler de zamanla bilincimizi yönlen dirip davranışa dönüşebilir.

Zaman gelir, bilinçaltına işlenen inkarcılık tezleri, günah tasarımları, bunalım senaryoları öyle kuvvetlenir ki bilinç de, bilinçaltı gibi bunu, gerçekmiş gibi algılamaya başlar. Hipnoz etkisinde kalmış gibi, kabullenmek zorunda kalır. İşte şeytanın bu etkisine: olabilecek olanı, olmuş veya olması gereken zorunlu bir şeymiş gibi göstermesi” diye adlandırabiliriz (imkan-ı zati, imkan-ı akli).

Bilinçaltına olumlu güzel mesajlar ve telkinler göndermek suretiyle, şeytanın olumsuz mesaj bombardımanına karşı bir dalga kıran oluşturulabilir. Fakat unutmamalı ki, şeytanın her planı ve geliştirdiği sistem, daima insanların akıllarının önünde olabilir. Onun güçlü vesvese dalgaları, bilgi setlerimizi aşabilir. Çünkü o, hiçbir insanın başaramayacağını başaracaktır; kıyamete kadar yaşayacaktır. Ve her insanın duygu ve düşüncesini, özellikle de zaaflarını anlayabilecek ve taktiklerini sürekli yenileyecet, geliştirecek ve güncelleştirecektir.

İnsanın kıyamet noktasındaki zihinsel ve duygusal durumunu dahi az çok görebiliyor olacak ki, yeminler ederek, kıyamete ka dar insanları azdırıp, cehenneme dolduracağını söylemiştir. Bu ifade, şeytanın, insanları bir gen haritası gibi çok iyi okuduğunun bir ka nıtıdır. Bu durumda, şeytanın taktiklerini, çağımızın salt akıl, bilinç, bilgi ve teknoloji düzeyiyle çözme ve aşma konusunda yetersiz kalabiliriz. Şeytan asırlar sonrasının insanının psikolojisini bile okuyabiliyorsa, gerçekten bizim canımıza okuyabilecek güçlü yeteneklere sahip demektir.

Bu tespit bir tespittir, düşmanı tanıma raporudur. Soyut bilgidir. Bu bilgiyi gerçek yapma eyleme dönüştürme yetki ve yeteneği sadece insana verilmiştir. Ateş yakar. Bu, bir bilgidir. Ama elini sokarsan yakar, bu da bir gerçek!..Şeytan da ateş olduğuna göre, ona elimizi de bilinçaltımızı da kaptırmamaya çalışacağız. Zaten bu mücadele sonucu inkişaf edecek, cennete ulaşacağız

Bu durumda, şeytanın bilinçaltımızda at koşturmasına, hakimiyet kurmasına ve bilincimizi etkisi altına alarak günah eylemleri ne yöneltmesine engel olabilmek için, bilinç ve bilgi gücünün yanında, dini inanç, ibadet , dua ve güzel hizmet eden insanların dostluğuna başvurmak gerekmektedir.

Bilinçaltı için şimdilik söylenebilecek son sözümüz, onun bir fıtrat belirleme kimlik oluşturma merkezi gibi işlediği noktasında dır. Açıklamalardan da bu anlaşılmaktadır. Bunun en çarpıcı örneği, yine kendi bilinçaltımızla bizi vurmaya çalışan şeytandır. Bu kimlik oluşumunda, insanın ikinci fıtrat kazanmasında en etkili sebep, belli inanç, duygu, düşünce ve davranış biçimini ruhunda hissederek ka bullenmesi ve tekrarla alışkanlık haline getirmesidir. Şeytanın kibirle kendi üstünlüğünü kabul etmesi ve kısır döngü oluşturarak bunu kıyamete kadar sürecek bir isyan alışkanlığına döndürmesi gibi..Benzer inat kimliğinin oluşmasını Ebu Lehep olayında da görmekteyiz. Hz. Ademle Havva’da ise itaat, tövbe ve tevazu kimliği oluşmuştu…

Nefis şeytanın süflörü gibidir. Şeytan genellikle bilinç ortasındaki hayali, bir ekran ve bilinçaltını bir sahne olarak kullanır ve nefsi, Psikodramalarda olduğu gibi, yönetici olarak, burada sahnelediği, kendi senaryolarını uygulamasını fısıldar. Buna karşı vicdan da güzel senaryoları hatırlatmaya çalışır. İrade ve bilinç, anlık bir tereddüt geçirebilir. Vicdanın melek tonlu suflesine kulak asmazsa, şeytanın bilinç piyasasına sürdüğü oyunları nefisle beraber oynamak zorunda kalabilir.

Bilinçaltı, Nefsin dışa açık, beynelmilel irtibat bürosu, görüntü, duygu ve düşünce kabul merkezi, diğer ifadeyle berzahı gibidir. Bilinçaltı, nefsin lezzet deposuna, hayal de zevk sahnesine benzer. Nefis, bunlardan sürekli ağzını tatlandıracak bir şeyler bekler. Şeytan, bu durumu iyi bildiğinden, nefsin giriş panoları durumundaki bilinçaltı ve hayalle çok ilgilenir. Devamlı abone bir müşteri gibi, bütün başvurularını ve ilanlarını en cazip şekilde buraya bir ciğer gibi asar, pusuya yatar, avını bekler.

Önemli olan şey, bu proğramlamalara, bize sürekli izlettirilmeye çalışılan görüntülere sahip çıkar, irademizle lezzet uğruna sık sık düşünmeye devam edersek, bunları eyleme geçirme ihtimali yüksek olabilir. Öte yandan bunlar, bilinçaltımıza iyice yerleşirler ve hayatımızın ilerleyen yıllarında hortlamasalar da, ölüm sonrası biliniçaltı defterimize kaydolan her şey berzahta bize seyrettirilir. Ya acı ya da lezzet verir.

Burda güzel şeyler düşünen berzahda çok gülümser.Özellikle çocuklarımız, bilinçaltı beslenme yaşlarında (1-10) güzel hayallerle, duygu ve düşüncelerle bu berzah dünyasına hazırlanmalıdır. Bu aynı zamanda onların, dünyada da ruhsal bütünlüğe sahip olacakları, gülümseyecekleri, sağlıklı bir gelişim gösterecekleri anlamına da gelmektedir. Çünkü en kapsamlı berzah hayatına zaten hazır lanmışlardır. Büyük operasyonlara katılan komandonun basit olaylara müdahalesi kolay olur.

Bilinçaltı eğitimi, nefsimizi kontrol altında tutmada ve duygusal ve düşünsel problemlerimizi halletmede, etkili bir yarar sağlar. Ve berzah hayatının beynimizdeki minyatür bir modeli sayılan şuuraltını, berzaha hazırlamış olur.

Bilinçaltı nefsin, nefis de şeytanın arka bahçesi gibidir. Bilincimizden ayrı adeta kurtarılmış bir bölgedir burası. Şeytanın benim insandan büyük payım var dediği ( 4/118) yer burası olsa gerektir.Şeytanın ve nefsin hoşuna giden duygu ve düşüncelerin at koşturduğu meraya benzer, zevkler burda cirit atarlar. Aynı zamanda sık sık, bir Zeliha gibi şuh bir eda ile bilince laf da atarlar görüntülü mesaj da çekerler. Kimi zaman da, tebdil-i kıyafet içeri sızmaya çalışırlar. Bazen de özellikle şeytan, bomba tesiri yapacak manyetik olumsuz dalgalar gönderir; panik yaratır, anksiyete eder, depresyona sokar, şizofreniye kapı aralar, insanı ruh=nefis hastası yaparak Allah’a sağlıklı bir kulluk yapmasının önüne geçmeye çalışır..

İrademiz (Akıl) ve vicdanımız (Kalp) bilinç kapısında bekleyen iki muhafızımızdır. İnançlarımıza, bilgi ve kültürümüze ters düşen olumsuz ses ve görüntüleri kontrole tabi tutarlar, parola sorarlar, sansür uygularlar, bilincin onları bastırarak geri çevirmesini sağlarlar. Nefis şayet şeytanla güçlü bir işbirliği içinde hareket ediyorsa, bu nöbetçileri uyutup, susturup gizli ve zararlı güçlerin bilince sızmasına ve insanı kötü eylemlere sürüklemesine sebebiyet verebilir.

Bilinçaltında bir şeytan etkisi fikri kabul görmeyebilir. Oysa bilinçaltımıza olmasa bile şeytan olgusu insanımızın diline yerleşmiş, en azından duygu ve düşüncelerin ifadelendirilmesinde bir ölçü olmuştur: “Şeytan gibi adam!”, ‘Şeytan tüyü’, “Aklına bir şeytanlık geldi”, “Yüzünü şeytan görsün!”, özellikle de “Şeytana uymak!” ,”Şeytanca düşünmek!” gibi…Böyle bir görüşü kabul etmeyenler, somut olarak dini güzellikleri yaşayan insanlarla, somut olarak “Ego!” hastası olmuş, zevklerinin peşinde koşan, kötülük yapan insanların olumlu ve olumsuz duygu, düşünce ve somut davranış biçimlerini gözden geçirmeli, karşılaştırmalar yapmalıdır. Bir de somut bir kitap olarak Kur’an’da geçen şeytandan Allah’a sığınmanın ne olduğunu araştırmalıdırlar.

Nefis tıpkı ölü ama potansiyeli olan bir arazi gibidir. Kim girer ihya ederse, onun malı gibi olur. Bir arap atasözünde denildiği gibi, bir vadi boş sahipsiz kalırsa, (aslanlar uyurken) tilki gelir orda vali olur. Diğer bir örnekle, milletler muvazenesinde müslümanlar, islamı temsil ve ciddi çalışma konusunda, terazinin kefelerini boş bırakırlarsa, başka dünyalar hafif ağırlıklarla terazide ağır basarlar. Ağır basarlar çünkü tek taraflı ve boşa ağır basarlar. Alternatifleri olmadığı için ağır basarlar. Kendi zeki ve yetenekli gençlerimize sahip çıkmaz, önlerine eğitim-öğretim imkanları hazırlamazsak, bu amaçla dünyanın dört bir yanına açılmazsak, başka dünyalar, yıllardır yaptık ları gibi, bu kefeye hep hafif ağırlık koyacaklar, hafiflikleriyle ağır görünecekler, kendi çocuklarımızı, kendilerine göre yetiştireceklerdir.

Bu nefis kefeleri için de geçerlidir. Biz irademizle, vicdanımızla, aklımız ve kalbimizle nefsimize sahip çıkmaz, inanç, bilgi, Aydınlık dostlar edinmez, hayırlı işlerde koşma gücüyle terbiye etmezsek, şeytan onu kesinlikle boş bırakmayacak ve boşa ağır basarak, nefis tarlasına istediği tohumları ekecek, bunu çeşitli kötülükler ve ruhsal hastalıklar olarak biçecektir.

<span style="color:#ff0000;"><strong>KORKU</strong></span>

Korkular, insan ruhunu hapseden parmaklıklar

İnsanın doğumuyla birlikte gelen ve çocukla beraber gelişerek kendini ilk olarak gösteren duygular iki yönde gelişim gösterir. İçe yöneliş, Dışa yöneliş. Korku ve üzüntü daha çok insanın iç dünyasında ağırlığını hissettirirken, öfke ve kibir dışa dönük bir yansıma gösterir.

Korku ve üzüntüde içsellik, derinlik vardır, genellikle riyası, yapmacığı olmaz. Öfke ve kibir ise daha ziyade dışa taşarak görün tü verir, yüzeyseldir.

Korku ve üzüntüde süreklilik söz konusudur, beşikten mezara kadar, hatta ölüm ve sonrasında da insanı etkisi altında tutar. Öf ke ve kibir ise anlıktır ya da belli bir süreyi kapsar. Yaşlı insanda korku ve üzüntü olabilir ama o güçte kibirlenebileceği düşünülmez.

Korku ve üzüntü, olumlu pek çok duygu ve yeteneği bloke edebilir, köreltebilir hatta öldürebilir. Sevgi gibi en temel ihtiyacımızı yok edebilir.

Önemlisi de korku ve üzüntü, insan karakterinin oluşumunda son derece etkilidir. Çocuk yaşta insanı etkiler ve hayat boyu bunların etkisi hissedilir, hatırlanır. Olumsuz pek çok alışkanlıklara da zemin hazırlayabilir.

Bu gibi sebeplerle Kur’an’da sıkça ele alınan Korku ve Üzüntüyü ilk maddeler olarak işlemeyi uygun buluyoruz.

Mahiyetimizde bulunan bu duygu, kontrol altında tutulur yerinde ve dozajında kullanılırsa insan için nimet sayılır. Özellikle ken dimizi tehlikelere karşı korumamız ve tedbir almamız açısından son derece yararlı hatta gerekli olan bir duygudur. Tehlikenin ve zararın ne olduğunu bilemediği dönemler de çocuklarımız, ilk birkaç deneyimden sonra bu duyguyu kolayca öğrenirler. Yanan sobaya dokun muşsa bir daha denemez, havlayan köpek zamanla korkulacak bir varlığa dönüşür. Anne babanın tepkilerine göre de korkmayı, ağla mayı, sevinmeyi, gülmeyi öğrenmiş olur.

Günlük yaşamda kullandığımız korkuların başında gelen “Allah korkusu!” kavramı sıkça tekrar edilir. Fakat bir taraftan bunun ne anlama geldiğini, insanın neler hissetmesi gerektiğini tam çözemeyiz. Diğer taraftan da çocukluğumuzdan beri bilinçaltımız, aile ve çevremiz tarafından yerleştirilen korkuların, yoğun işgal ve istilasına uğramıştır.

Ayrıca ekonomik durumlar, yaşam tarzı özentileri, aile sorunları gibi engelleyici olgular, Allah ve ahiret korkusunu hissetmek için nefes alacak bir boşluk bırakmamaktadır. Buna bağlı olarak neslimiz, belli bir kısmı itibariyle, günahlara, insana ve topluma zarar veren suçlara belli oranda da olsa a- çık hale gelmiş bulunmaktadır. Kısaca dünya korkuları ukbâ korkularını kamufle etmiş sayılabilir.

Korkuların bir kısmı doğamızda bulunmakla birlikte, çocuk dönemde bilinçaltımıza yerleştirilen programlar sayesinde bir ömür boyu bu duygulardan etkilenme de söz konusu olabilir. Kişisel gelişimle ilgili çoğu kitapta, patern değiştirme, iç temsil yöntemi, swish modeli ya da psikodrama gibi zihinsel ve duygusal işlemlerle bu eski filim şeritlerinin ve programlamanın değiştirilebileceği üzerinde du rulur.

İnsanın yararına olan her çalışmadan yararlanmak güzeldir şüphesiz. Ne var ki biz, en son ve en mükemmel bir Kitap’ın sâlik leri olarak kendi vicdan kültürümüzü yaşamak, korku duygusunu, daima her şeyin gerçeğini, hakikatini söylediğini söyleyen (Sa’d, 38/84) Cenab-ı Hakkın kelamına bakarak anlamak ve yaşamak isteriz. Psikoloji ilminin, yani insan aklının her araştırmasının sunduğu gerçeklere de kapalı kalamayız; onları kendi kültür imbiğimizden geçirir, her insan gibi istifade etmeye çalışırız. Nitekim yer yer benzer tavsiyeleri biz de yapmaktayız. Hatta bazen Psikolojik yaklaşımların Kuran tavsiyeleriyle bire bir örtüştüğüne şahit oluyoruz.

Söz gelimi Borderline bir kişilik bozukluğu tanımıdır. Tutarsızca yoğun duygular arası gelip gitme demektir ve bize Kur’an’da sa dece bir kere geçen şu ayeti hatırlatmaktadır: “Müzebzebîne beyne zâlik”, “İki duygu arası durmadan gelip giderler!”(4/143). Tabi Kur’ an duyguları ele alırken, temel sebeplerini ve çözümlerini de dolaylı anlatımlarla vererek ele alır. Ayet, tavsiye edilen güzel duygulara, inanç ve ibadete yönelmek durumunda bırakılan isteksiz bir insanın, inanç ve ahlaki konuda özgürlük isteyen çıkarcı Egosuyla yaşadığı iç çatışmayı bize anlatır.

Korku konusunda da, Kur’an bize “Güzel Korku” ve “Hiç korku ve üzüntü duymama!” diyebileceğimiz önemli alternatif korku tedavisi sunmaktadır. Sıkça geçen bir ayet, bilincimize, bütün korkularımızı gölgede bırakacak müthiş bir olumlu enerji yüklemektedir.

Cennet korku ve üzüntü yeri değildir. Cennetten inip, dünya korku ve üzüntüleriyle yüzleşme durumunda kalan insanoğluna verilen ilk ilahî mesaj şöyledir: “Cennetten inin! Benden gelen hidayete uygun davranırsanız bir korku ve üzüntü hissetmeyeceksiniz!” (2/38). Başka ayetler de bu hidayeti, Kur’an, Peygamber, iman, ilim, ibadet, salih amel, istikamet, ihsan gibi kavramlara sahip çıkmak ve yaşamak olarak açıklar.

<span style="color:#ff0000;"><strong> 1-KUR’AN’DA KORKU</strong></span>

Korku, Kur’an’da en sık geçen iki duygudan birisidir. Ve farklı yöntemlerle insanın bu temel duygusu harekete geçirilir, işletilmesi istenir.

Korku duygusu öncelikle insanî bir duygu olarak kabul edilir ve bu konuda Peygamberlerden çokça örnek vardır. Örneğin Hz. Musa ilk kez elindeki asâsını atıp yılan olduğunu görünce korkmuş, ürkerek geri çekilmiş, Allah da korkma sen üstün geleceksin deyip teselli etmiş, Allah karşısında Peygamberin korkmayacağı konusunda uyarmıştır ( 20/67-68, 27/10) Yakup Peygamber, Yusuf’u kur dun kapabileceği konusundaki korkusunu dile getirir (12/13).

İnanan insanlar için ahirette korku ve üzüntü olmayacağı sıkça vurgulanır. Dünyada iman eden, farzları eda eden, ameli salih yapan, istikamet içinde yaşayan muhsinlerin, kimseden korkusunun olmayacağı (2/277/48), insanlardan değil sadece Allah’tan (2/150;5/3,44;9/13) ahiret gününden (2/48,123,281;22/1) cehennemden (1/24; 3/131) günahlardan (3/76) korkulması gerektiği ısrarla ifa de edilir.

Kur’an’da korku anlamını da taşıyan “Takva” kelimesi, Allah’tan ve azabından sakınmak, farzları yapıp büyük günahları terk et mek, kalbi sadece Allah’a verip her şeyi atmak anlamında kullanılmış, özlü ifadesini “Şeaire tazim-Allah’ın her hükmüne saygı kalplerin takvasındandır” (22/32) ayetinde bulmuştur.

Bu, Allah’ın Kur’an’daki hükümleri olduğu kadar, kainattaki kanunlarını, psikolojik ve sosyolojik yasalarını da içermektedir. Bu na göre, Kur’an’ın emir ve yasaklarına aykırı davranmaktan nasıl korkuyorsak, doğadaki Allah kanunlarına riayet konusunda da öyle hassas davranmamız gerekmektedir. İnsanın duygu ve düşünce dünyasını ilgilendiren psikolojik durum prensiplerine de aynı derecede önem verilmeli, evrende cereyan eden terbiye prensiplerine uyum içinde, insana da duygu ve düşünce yönetim eğitimi verilmelidir. İnsa nımız, korkusunu, üzüntüsü, öfkesini ve diğer duygu ve düşüncelerini denetlemesini ve yönetmesini çok iyi bilmelidir.

Allah katında insanın en şerefli yüksek değere ulaşması demek olan takva (49/13), başta korku, üzüntü ve öfkeden ibaret bu üç temel duygu olmak üzere, bütün duygu, düşünce ve davranışlarımızın, O’nun hoşnut olacağı kıvama gelmesine de güzel bir isim ola bilir. Ve böyle bir takvayı elbise yapıp (7/26) üzerimize vasıf olarak geçirirsek, son derece besleyici bir gıda gibi (2/197) aklımıza ve kal bimize yedirirsek, korku başta olmak üzere aşamayacağımız hiç bir olumsuz duygu ve düşünce engeli kalmayacak demektir.

Korku, üzüntü ve öfke cennete ait değil cehenneme ve cehennemliklere özgü üç baskın duygu olduğundan, inanmış kulların bunlardan uzak kalacakları çok ayette belirtilir. İnsan ebedi hayatını bu dünyada oluşturacağına göre, önemli bir savaşta öncelikle üç stratejik tepeyi ele geçirme gibi, bu üç duyguyu yönetme becerisini elde edebilirsek, çok duygumuza rahatlıkla söz geçirebilir güzel dü şüncelere sahip olabiliriz. Bu yüzden çalışmamızı bu temel üç duygu ve düşünce karakteriyle sınırlı tutmak istiyoruz: Korku, üzüntü ve öfke…

Bütün korkulardan kurtulmanın en güzel yolu, sabır konusunda olduğu gibi korkuyu fobiler halinde, sağa sola dağıtmamak, sa dece Allah’a yöneltmek (2/150), korkuyu bir kamçı yaparak, saygıya dönüştürerek, Allah’ın Merhametine yönelmektir. Ayrıca korku konusunu iyi incelemek, o konuya başka bakış açılarından bakabilmek, olumlu yanlarını görebilmektir. Öte yandan da korkulacak konu nun hiç de korkuya değer olmadığını kavramaktır.

Korkuya sebep olan perde arkası duygu ve düşünceleri belirlemek, onları ortadan kaldıracak psikiyatrik yardım almak da her zaman geçerlidir.

Kalbin zümrüt tepelerinde korku üç yönüyle ele alınmaktadır. Birincisi, imanlı olmanın gereği olan korku (3/175), ikincisi ilim bu udlu korku(35/”8) üçüncüsü de marifet mertebesindeki korkudur (3/28).

<span style="color:#ff0000;"><strong> 2-KORKU BUR İMTİHAN VESİLESİDİR</strong></span>

“Sizi, biraz korku ve açlıkla, mallardan, canlardan ve ürünlerden azaltmakla deneriz, sabredenleri müjdele” (2/155).

Öncelikle dünyada açlık, yoksulluk, hastalık ve ölüm gibi korku da hayatımızın bir parçası olarak yaşanacaktır. Bunları sabırla karşılamak gerekmektedir.

Ayette dikkat çeken husus, korkunun diğer konularla da irtibatının olmasıdır. Yani biz farklı korkular yaşadığımız gibi, açlık kor kusu, yoksulluk korkusu ve ölüm korkusu da yaşarız. Bir ayette açlık korkusundan evlatlarınız öldürmeyin denir (17/31). Bir ayette fa kirlik korkusundan söz edilir (9/28).

Gök gürültüsü ve yıldırımdan etkilenerek kulaklarını tıkayan, ölüm korkusu içindeki insan da anlatılır (2/19).

“Mal ve can”, insanın iki ana yaşam alanıdır. Biri diğerine bağlıdır. İnsan mal ve para elde etmek için yaşadığı gibi, yaşamak için de bunları kullanmak zorundadır. Bu sebeple bu iki alana gelecek zarar endişesi insanın birinci korku sebebi olmaktadır. Korkunun kaynağı ya mala ya da cana gelecek zarar olmaktadır. Doğal olarak can konusunda ilk akla gelen korku da hastalık ve ölüm kor kusudur. Hissedilen diğer bütün korkular bu can ve mal korkusu dairesi içinde değerlendirilebilir.

Ayette tamamen yok etme, tamamını alma şeklinde değil, “Azaltma” şeklinde bir ifade kullanılıyor. Yani malımız da canımız da esas itibariyle yine elimizde bulunmaktadır. Bu sebeple korkunun, insanı yıkacak derecede yoğun bir duygu olarak yaşanması doğ ru değildir. Çünkü az da olsa malı çoğaltmak mümkündür. Bütün mal elden gitmiş gibi panik yapmak, ortada olmayan yok bir şey için boşuna psikolojik rahatsızlık çekmek demektir.

Hastalık konusu üzerinde yer yer durulmuştur. Sağlığın değerinin anlaşılması, insanın günahlardan çekilmesi ve korunması, ruhunun olgunlaşması, sevap kazanması gibi farklı yönlerden incelenebilir.

“Ölüm” olayına gelince, eğer çevremizdeki insanlardan biri alınmak süretiyle candan azaltma söz konusuysa, bu ölüm korku sunu değil ölüm acısını gerekli kılar. İnsan olarak üzülür ağlarız, isyankarlığa girmeden, ruhsal durumumuza zarar vermeyecek şekil de elem çeker gözyaşı dökeriz fakat üzüntümüzü kontrol altına alıp, devam eden hayat içindeki sorumluluklarımıza yine döneriz.

Şayet bu “Candan noksanlaştırma” da konu biz isek, korku çekmek yine yersizdir. Çünkü ölmemişim ki!..Ölümün bana ne za man geleceğini bilemediğime göre, ortada olmayan bir şey için korkmam akıllıca değil! Ölmüşsem zaten korku çekmeme gerek kalma yacak, olay gerçekleşmiş ve bizzat ruh aleminde yaşıyor olacağım. Hastalık gibi bedensel bir rahatsızlık söz konusuysa, tedavi yolları na başvurulur ve sağlığımıza dikkat edilir. Şayet vücudumuz sağlıklı olduğu halde ölüm korkusu yaşıyorsak bir psikiyatriste başvurmak, bunun yanında da kalbimizi ve zihnimizi sağlıklı bilgilerle aydınlatacak kitaplar okumak ve hayata bağlı temiz arkadaşlar edinmek ge rekir.

Yine ayette “Deneriz” ifadesi fark ediliyor.”Sürekli can ve mal korkusu içine atarız, mahkum ederiz” denmiyor. Deneme, daima geçici bir süreci ifade eder. Bir noktaya dikkat çekilmiş oluyor: Bize geçici olarak verilen bu can, mal ya da başka bir korkuyu, yanlış yak laşımlarla kendimize dert haline getirip sürekli bir psikolojik hastalığa dönüştürmek doğru değildir. Deneme geçicidir, kendi elimizle geçi ci bu sıkıntıyı kalıcı hale getirmemeliyiz. Zaten ayetin devamı da bir müjdeden bahsediyor ki bu, hem sabretmenin gelecek bir ödülü hem de geçmişteki sıkıntının bitişi olarak anlaşılabilir.

“Biraz korku” kavramı da bir kolaylık ve rahatlık sağlamaktadır. Allah kimseye kaldıramayacağı yükü yüklemez (2/286). Herkes ne kadar korkuyu kaldırabiliyorsa, mal ve canla ilgili olarak, bünyeye göre ilaç verme gibi, o oranda korku imtihanına tabi tutulmaktadır. Hem az, hem azaltarak hem de geçici olarak verilen hangi korku olursa olsun, normal yapıdaki her insan sabır gücüyle bunun üstesin den rahatlıkla gelebilir.

Bu gerçeğe uygun olarak ayet, bunlara sabredenleri müjdele diyor; sanki sabretmiş ve ödülü hak etmiş gibi muamele yapı yor. Değişik ifadesiyle Allah hangi korku ve bela verilirse verilsin, onun arkasında mutlaka bir sabır ödülü hazır beklemektedir. Demek ki her korku sabırla alt edilebilir.

Bu konuda korku duygu ve düşüncesini disipline etme, denetim altına alma ve yönetme becerisini kazanmak için çaba sarf et mek de bizim görevimiz olmalıdır. Büyük, zengin, bilgin bir kişiye gidip, “Ne olur biraz himmet!” diye yalvarsanız, bilgeliğiyle size şöyle cevap verecektir: “Yavrum biraz gayret!”

Bir sonraki ayet bize bu gayret enerjisini ve duygu ve düşüncemizi tamamiyle etkileyebilecek görüş açısını da hediye etmek tedir. Korku içinde olan insan demelidir ki:

“Biz Allah’dan geldik ve yine O’na döneceğiz”(2/156)

Buruda geldiğimiz yerle gideceğimiz yere vurgu yapılıyor. Şu an bulunduğumuz yer zikredilmiyor. Gerçekten şu korkuları bize yaşatan dünya hayatının; ezelî ve ebedî, öncesizlik ve sonrasızlık filim şeritleri içindeki bir karelik görüntüsüne baktığımızda, bahse ko nu edilmesinin gerekmediği gerçeğini daha iyi kavrayabiliriz. Ruhumuz sonsuz bir alem görmüş ve gelecekte de görecek. Burda gördü ğü ise, çürümeye doğru giden beden gözüyle bir kaç göz kırpma süresinde gördüğü gelip gidici görüntülerden ibaret. Böyle evrenler ça pında zaman üstü olan bir ruha, bir noktacık geçici dünyadaki hayalî korkuları yüklemek ve gerçekmiş gibi acı çektirmek akıl kârı değil. Ona korku tattırılacaksa hiç olmazsa, çapına ve kariyerine uygun anlamlı hüzün ve tedirginlikler yaşatmalıdır.

Tıpkı sevgi duygusu gibi…Sonsuz aşk ve sevgi için yaratılmış kalbimizi Allah sevgisi ile doldurup, sevilecek bütün varlıkları O’nun muhabbeti namına sevmek gerekir. Bunun gibi, dünyanın küçük ve kuruntu bir kaç korkusuyla hırpaladığımız kalbimizi ve beyni mizi, aslında korku yerine, şaşkınlık içeren müthiş saygıya dönüştürerek Allah’a yöneltmek lazımdır. “Allah’dan geldik O’na döneceğiz!” düşüncesi bize bunu sağlıyor, korkularımızın tamamını, bizi korkulardan uzak tutacak Rabbimize yönlendiriyor.

Dönüp arkamıza bakıyoruz, uzun geçmişimiz, geldiğimiz yer çok sağlam ve aydınlık…Önümüze, geleceğimize bakıyoruz, gideceğimiz yer de son derece güçlü ve ışık dolu…Sonsuz kudret ve güzellik sahibi Yaratıcımızı düşünüyoruz. “Madem O var, her şeyde O’nun gü cü” var deyip, korkularımızı ona, gerçek Sahibimize havale ediyoruz. Yoksa bir gemide olduğu halde sırtındaki yükü yere bırakmayan in sanın durumuna düşmüş, bütün dünya korkularının altında ezilmiş oluruz.

Korkulara böyle son derece etkili bir merci ve sahip bulamazsak, sahipsiz kalan bütün korkular, arılar gibi gelir başımıza üşü şürler ve ruhumuz da büyük yaralar oluştururlar.. Böylece iman, bizi geçmişin acılarından olduğu kadar, şimdinin ve geleceğin korkula rından da uzak tutmuş, huzur vermiş oluyor. “Biz Allah’dan geldik” demekle, başıboş sahipsiz olmadığımızı bütün korkularımıza haykırmış oluyoruz. “Korku avcısı! beni kendine av yapamayacaksın!” demiş oluyoruz. “O’na döneceğiz!” demekle, “Rabbimin huzuruna inanç dolu ve ibadet aydınlığıyla terte miz gideceğim, sen benim nurlanmış kalbimi, ışık yüklenmiş beynimi korkularınla karartamazsın, lekeni süremezsin!” demiş oluyoruz. Kainatı çınlattıran bu iç feryatlarımız karşısında korkularımız, kaçacak delik arayacaktır. Siz isterseniz, bastıran bir korku karşısında, bunları düşünür ve bir “Hey!” de çekebilirsiniz!..

İşte korku imtihanı bu demektir. Acizliğimizi anlayıp Allah’dan güç istediğimiz, fakirliğimizi fark edip zenginliğinden beklediği miz, ihtiyaçlarımızı dualarımızla hep ona açtığımız gibi, korkularımızdan O’na, O’nun güven verici Rahmân, Rahîm, Mü’min, Müheymin, Metîn isimlerine sığınmak demektir. O’nun ünsiyetinin ve sekînesinin olduğu yerde korku ve endişeden eser kalmayacaktır. Hatta bütün korkular, Allah Allah korkusundan korkmaya başlayacaklardır.

Şeytan baş düşmanımız (6/142, 12/5) ve korkularımızın da baş körükleyicisidir (2/268, 3/170). Allah, şeytandan değil (3/170), insanlardan da değil (5/44) benden korkun der. Şeytan bile, hiç bir şeyden korkmazken ve bize korku pompalarken Allah’dan kork tuğunu itiraf eder (3/48). Demek ki ister şeytandan, ister insanlardan, isterse kainatla ilgili bir olaydan gelmiş olsun, bütün korkularımızı gideren tek korku Allah korkusudur.

Bütün korkular insana endişe, kaygı, üzüntü ve acı verebilir. Allah korkusu ise insana huzur, güven ve güç veren tek korkudur.

Sevilecek, benimsenecek tek korku Allah korkusudur. Allah korkusun adına duyulan korkular da, övülesi korkulardır. Allah kor kusunun hakim olduğu durumlarda beşerî ve dünyevî hiç bir korku insanı etki altına alamaz. Psikolojisini bozamaz.

<span style="color:#ff0000;"><strong> 3-KORKU, İNSANIN EĞİTİLMESİNDE ÖNEMLİ BİR FAKTÖRDÜR</strong></span>

Basit olarak kendimizi ve korku hallerimizi düşünelim. Ufak yaşlardan itibaren karşı karşıya kaldığımız, pek çok kötülük ve gü nah karşısında bu duygunun engellemesiyle bir korunma altına alınmışızdır. Anne baba, öğretmen, polis korkusu, normal şartlarda işle yebileceğimiz olumsuz davranışlara karşı bir engelleme görevi görmüş, içimizde oluşan korku hissi bizi suçlara yönelmekten vazgeçirmiştir.

Yasaklamaların, tehdid ve ceza ile insanın özellikle çocukların korkutulmasının, suça daha çok yönelteceği konusundaki görüşler tutarlı değildir. Öncelikle olumlu ciddi eğitimin olduğu yerde, zaten büyük çapta korkutmaya ve cezaî müeyyidelere ihtiyaç kalmayacaktır. Ve Peygamberimizin “Kolaylaştırın zorlaştırmayın, müjdeleyin nefret ettirmeyin!” sözünü bilmeyen yok gibidir. Kur’an, sürekli güzel nasihattan ve sözden de söz eder.

Oysa korku ve cezanın olmadığı yerde, çoğu insan, sınır tanımayan bir serbestliğin olmasını iştahla bekleyen nefsin arzularına uyacak ve az-dıkça azacaktır. Dinî ve kanunî bütün yasaklamalara rağmen, günümüzde yaygın biçimde işlenen suçlar ve günahlar bunun kanıtıdır. Hiç bir akıllı insan, toplum ve devlet, cezasız ve sınırsız özgürlüğü savunmaz. Hatta batı dünyasının ceza uygulamalarındaki ağır disiplininden bile söz edilir.

İnsanın terbiye edilmesinde Kur’an’ın, psikolojik etki yapacak şekilde, insanlığın ortak duygusu olan korku imajını kullandığını görüyoruz. Ayetlerde çoğunlukla kötü davranışlar belirlenir ve ahirette karşılaşılacak durumlarla uyarı yapılır. Öte yandan güzel ameller ve sonucu olan cennetle müjdeleyerek bir denge sağlanır (74/11-56). (Geniş bilgi için Bknz: Kur’an’da Psikolojik ikna, s:86-124,Yard.Doç.Dr.Hayati Aydın, Timaş Y.,İst/2002).

Ayetler, insanın korku duygusunun harekete geçirilmesi adına, bütünlük içinde bütün duygu ve düşüncelerini etkileyecek farklı olayları konu eder. İnkar ve işlenen günahlar sonucu, insanı, dünyada başına gelebilecek bela ve musibetlerle, açlıkla, geçim sıkıntısıyla uyarır(20/124).

Azgınlıkları, taşkınlıkları ve bozgunculukları sonucu geçmiş milletlerin başına gelen felaketleri hatırlatarak ibret verir, etkiler(30/41;35/43;71/10-12; 89/6-14).

Kıyamet konusunda doğada meydana gelecek müthiş değişikliklerle ve o andaki insanın olaylar karşısındaki korkunç durumuyla insanın duygularını harekete geçirir(78/18/30; 89/21-26).

Cehennem tasvirleriyle insanların hayallerinde en çok acı verici görüntüleri canlandırır( 26/88-103; 36/36-37; 43/74-77; 56/41-44).

Korku duygusunun insan davranışlarını etkileyebilmesi için, vicdanının harekete geçirilmesi, kalbinin duyarlı hale gelmesi; bu sebeple de duygu ve düşüncelerinin uyarılması gerekir. Duyular ise bunu sağlamada en önemli vasıtalardır. Bu sebeple Kur’an, bir taraftan gezip, görüp ibret almayı ister(16/36; 47/10; 65/8-10). Bu eski toplumların kalıntıları olabileceği gibi, mezarlıkların ve hastanele rin ziyareti şeklinde de olabilir. Sigara alışkanlığı olan insanı, sigara yüzün den ciğer, gırtlak veya dudak kanseri olmuş ya da ayakları kesilmiş insanların, hatta resimlerinin gösterilmesi daha çok etkileyecektir. Trafik kazalarının gösterilmesi de benzer etkiyi yapabilir.

Korku duygusunun, Allah’a ve ahiretteki akibete yoğunlaştırılması, paranoya gibi psikolojik hastalıkların oluşmasını engellemede ya da tedavisinde önemli rol oynayabilir. Peygamberde bile görülebilen korku hissinin etkisi altına almayacağı hiç bir insan yoktur.

Sadece Allah korkusudur ki dikeni görülen ama goncasını da taşıyan gül gibidir ve celalin yanında cemali de taşır.

Bütün korkulardan emin kılacak olan, o korkuları insana veren Allah olabilir. Allah nimetlerin sahibi olduğu gibi korkuların ve korku hisseden duygularımızın ve ruhumuzun da tek sahibidir.

Biyolojik ya da psikolojik rahatsızlıklarımızda tabiplere başvurduğumuz gibi, hangi çeşit olursa olsun dünyalık bütün korkuları mızın, esas ve kalıcı tedavi adresi Rabbimiz olmalıdır.

Korkularımız, aysbergler kadar iri cüsseli de olsalar, O’nun “Emîn” isminin enginliği içinde eriyivereceğini ve içimize huzur dolacağını düşünmeliyiz.

Dünyalık korkular, korku üretir ve insana mutluluk sunmaz acı verir, hayatı zehir de edebilir. Korkuyla ana kucağına, sığınan yavrunun orda sıcak bir sevgi, şefkat, huzur ve güven bulması gibi, bütün korkuların tek terapisi ve ilacı en başta Allah korkusudur denebilir.

cYalnızlık korkusu insanı ya olumsuz ve günah olan yalancı mutluluk arayışlarına iter ya da psikolojik hasta yapabilir. Korkuları yenmede en esaslı bir yöntem, yalnızlıktan gerçekten korkmak, korku yüklü korkusuz insanlarla kol kola hizmetlerde koşmaktır.

Korkularımızı aşmada üç çaplı ve çalımlı adım:

Namaz bir güven ve huzur duruşudur.

Dua bir güç ve moral duyuşudur.

Allah rızası adına insanlığa yararı olacak hizmetlerde koşan insanlarla buluşmak, insanın ruhunda cemaat kuvvetini ve itminanı buluşudur…

<span style="color:#ff0000;"><strong> 4-KORKU ÜMİT İLE DENGELENMELİDİR</strong></span>

“Allah’dan korkarak ve Rahmetini ümid ederek dua edin”(7/56), “Korku ve ümidle dua ve ibadet için yataklarından kalkarlar”(32/16).

Herkes bilir ki “Allah korkusu” denince akla, tarihteki, elinde kamçısı kölelere kırbaçla kürek çektiren ya da ceza veren zalim insanların çizdiği korku imajı gelmemelidir. Allah Adil’dir, adaleti sağlar. Celâl sıfatı vardır, Gadab gösterir, Zalimlere ceza da verir. Fakat zulüm yapmayan ve kötülüklerden kaçan kullarına son derece merhametli ve şefkatlidir. Hatta ölünceye kadar açık tuttuğu tevbe kapısına kim gelirse gelsin affetmeye hazır olduğunu kendi belirtmektedir. Peygamberimizi öldürmek için hareket eden niceleri sahabi olmuştur. Firavun gibi, Allah’a karşı rakip tanrı olarak çıkan birisine bile Musa ve kardeşini gönderirken, yumuşak söyleyin belki düşünür ve korku hisseder de imana gelir demiştir (20/44).

Allah korkusunu, ona karşı saygılı olma, sevgisinden mahrum kalma endişesi duyma şeklinde anlamak daha doğru olur. Anne şefkati ve hiddeti buna güzel örnek olabilir. Öpülesi çatık kaşlarını çok görmüşüzdür, güller değesi pamuk elleri bedenimizde acı hatıra bırakmıştır belki! Kimimizin yüzü gül tutası ana ellerine dart tahtası olmuştur kim bilir! Yaramazlıklarımız çok olmuştur, ama yeri gelince “Anneciğim!” deyip şefkatli kucağına sığınmışızdır, Allah analardan çok şefkatli ve merhametlidir. Kullarının cehenneme gitmesini asla istemez. İnsan acizliği ve fakirliği içinde Allah’a halini açtığında da O’ndan duyduğu korkunun aslında manevi bir lezzet vasıtası olduğunu hissedebilir. Allah’a karşı zaafı ve fakrıyla fahr eder, övünür bile!..

Ne var ki inkarcıların mahşerde, kalpleri patlarcasına korkacaklarından, ısırmaktan parçaladıkları dudaklarının uçuklamasını göremeyeceklerin den de kuşku olmamalıdır.

Ayetler korku duygu ve düşüncesi konusunda bize denge kazandırmakta, “Ümid” den bahsederek orta yolu tavsiye etmektedir.

Allah korkusunda bir sınır olamayacağı düşünülebilir. Bu noktada şu ayet böyle düşünenleri destekler: “Allah’dan O’na yaraşır şekilde tam anlamıyla korkun!”(3/102). Bu ayet geldiğinde ciddi sarsılan, ibadete yönelen Sahabiye arkadan gelen şu ayet , Allah korkusu konusunda büyük düşünenlere de belli bir denge sağlamıştır: “Gücünüz yettiği kadar Allah’dan korkun!”(64/16). Hz.Ömer’e isnad edilen bir söz, korku ümid arası dengesine güzel bir örnek sayılabilir: “Yeryüzünde herkes cennete girse bir kişi cehnenneme girmiş olsa, o kişinin ben olmamdan korkarım. Herkes cehenneme gidecek bir kişi cennete gidecek dense, o kişinin de ben olmamı ümid ederim”…

Ne var ki her insanın kalbi ve Allah marifeti farklı olduğundan, bu konuda da kesin bir çizgi koymak imkansızdır. Sözgelimi bilgi Allah kültürünü arttırır, o oranda da hem muhabbetini hem de saygısını geliştirir. Şu ayet buna işaret eder: “Allah’dan ancak ilim sahibi olan kulları hakkıyla korkar, saygı duyar”(35/38). Bu korku-ümid dengesi Allah korkusu konusunda istenmektedir. Günlük hayatı mız içinde yaşadığımız değişik korkular için denge ve ölçünün belirlenmemesi düşünülemez.

Ayetlerde “Dua” kavramı geçiyor. Dua, bir duygu ve düşünce yönelişidir. Korkular da tamamen duygu ve düşüncenin ürünü dür ya da besleyici sidir. Dualarımızda nasıl bir taraftan cenneti istiyor diğer taraftan cehennemden sakınıyorsak, korkularımızda da aynı yaklaşım biçimini uyguladığımız takdirde, onlardan kurtulmamak için hiç bir sebep bulunmamaktadır. Bir psikolog ve ilahiyatçı yardımı da alınabilir. Ancak mesele kendi kalbimizde ve beynimizde çözüme ulaşmak zorunda olduğuna göre, şimdiden dualarımızı korkularımıza uygulamaya başlayabiliriz. Ve şöyle diyebiliriz:

“Allahım! Korkuların en büyüğü senin korkundur, senden korkuyorum, fakat senin bana gösterdiğin yolda aynı sınırsız ölçüde senden, Rahmetinden de affımı ve cennetini ümit ediyorum. Rahmetinle beni kendi korkundan emin kıldığın, muhabbetinle ve affedicili ğinle içimi rahatlattığın gibi, şu geçici dünyanın birer oyun ve eğlencesi sayılan zevk ve lezzetleri gibi, geçici dünyanın geçici basit evhamlı korkularından da beni güvende kıl, içime huzur ve mutluluk ver!”

Aynı cümleleri kullanmanız gerekmez elbette! Gönlünüzü hissettiği gibi konuşturmanız yeterlidir. Burada önemli olan Allah’tan istediğinizde korku-ümit dengesini düşündüğünüz gibi, sadece korkularınıza yoğunlaşmamak, denge getirmeye çalışmaktır. Yoksa bu, hem Allah’a karşı bir itham olur hem de kendinizi korkuların esiri ve mutsuz bir hale getirmiş olursunuz.

Korku ve ümidin en yoğun hissedilebileceği platform namazdır ki ayet buna da işaret etmektedir. Ayakta ellerinizi bağlayıp bir hâkimin karşısın da durmuş ya da duranları görmüşseniz, bunu daha iyi anlarsınız. Fatiha süresinde temas edeceğiz. Bu süre tamamen korku ümit dengesinin hissedilir, nerdeyse gözle görünür bir timsalidir. Anlamını düşünerek okuyan insan, kendini mahşerde mizan önünde hesap verirken hüzün içinde düşündüğü gibi, Allah’dan yardım istediğini belirterek, af ve cennet ümidiyle içinin coştuğunu rahatlıkla hissedebilir.

Dikkat edin, camiden çıkan veya namazdan ayrılan insanların, beden dilini çözmeye çalışın, uzmanları konuşturun; yüz haritalarını okutun; hiç birinde ümitsizlik, korku, öfke, üzüntü, endişe, yılgınlık ; hele stres ve depresyon belirtisi okuyamazsınız. Eli şişeli, iğneli, bıçaklı, sopalı, silahlı ise hiç göremezsiniz! Korkularımızın tamamını yenmenin yolu: Korkuları giderecek tek kuvvet olan, kainata meydan okutan Allah’a iman!..Namazla ve dua ile sadece O’na sığınman!..

Yataklarınızdan kalkın!” şeklindeki ayet ifadesi de aslında bazı şeyler anlatmaktadır. Korkan insan genellikle kaçar, uzaklaşır, siner, büzülür, bir kenara çekilir, duygularının tamamına yakını pasifleşir, sanki uyuyor gibidir, yani tam bir yataklık vak’a haline gelmiştir. Üzüntülü olan hatta öfkeli olan insan bile benzer şeyleri hisseder. Burda bizden bir anlık içine düştüğümüz bu hava boşluğunda sıkışıp kalmamamız öğütleniyor.

Gece uykudan kalkıp, ölmüş duruma geçmiş duygularımızı nasıl canlandırıyor ve ibadetle bunları ulvîleştiriyorsak, korkunun korkuttuğu güzelim duygularımızı yatırmanın, uyutmanın bize kazandıracağı hiç bir şey yoktur, aksine kaybının olduğunda kuşku yoktur.

Ayet korku ve benzeri olumsuz duyguların bizi pasifleştirmesini, etkisiz hale getirmesini istemiyor. Tatile girer gibi, baskın duyguların tesiriyle bir köşeye sinmeyi, tembelleşmeyi, uyuşuk kalmayı reddediyor. Korku mezarlığına yatar gibi ölüleşmemizin karşısında duruyor ve “Kalk! Canlan!” diyor. “Şu korku toprağını üzerinden at!” Hangi askerî güç, gelen düşman güçleri karşısında hemen teslim olmak ister. Korku insanın direncini kıran bir hastalık tır. Hastalıkların tamamı direnç göstermeyenleri, çabuk teslim olanları çabuk eritir…

Ayet aynı zamandı korku-ümid zıt duygu ve düşünce karakterlerini bir araya getirmeyi öğretmektedir. Buna duygu ve düşünce denetimi ve yönetimi eğitimi diyebiliriz. Normalde insan, aileden okuldan ve çevreden belli bir eğitim almamışsa, tek bir duygu ve düşüncenin bile orta yolda dengeli kullanımını uygulamakta zorlanabilir. Tablo halinde gösterdiğimiz gibi, korku duygusunun yokluğu da aşırısı da insanı bir kısım psikolojik hastalıklara yöneltir. Korkunun fazlası da yokluğu da zarar demektir.

Ümid, korku için gerçek anlam katıcı bir renk, canlılık kazandıran bir maya gibi işlev görmektedir. Bu ve benzeri zıt duyguları mükemmel şekil de yaşamak ve uygulamak zor değildir. Biraz gayretle öğrenilen yabancı diller gibi, zihin yapımız ve ruhumuz, Allah’dan gelen bu tarz duygu ve düşünce ölçülerine aç, zaten ilgi beklemektedir. Bu duyguları, netleştiren billurlaştıran, bize örnek yaşam şekli haline getiren Peygamberimizin hayatı bilinmeli, Kur’an’ı anlatan, yorumlayan sağlıklı eserler okunmalı, bunları güzel şekilde temsil eden, aynı şuurdaki dostlarla sık sık beraber olunmalıdır.

<span style="color:#ff0000;"><strong>5-GÖK GÜRÜLTÜSÜ KORKU DEĞİL, BİR ÜMİT VE SEVİNÇ DEMEKTİR</strong></span>

“O, size korku ve ümid içinde şimşeği gösterir ve yağmur dolu ağır bulutları meydana getirir”(13/12), “…size korku ve ümid vermek üzere şimşeği gösteriyor, gökten su indirip ölümünden sonra arzı diriltiyor. Aklını kullananlar için bunda dersler vardır” (30/24). “Gök gürültüsü Allah’ı hamd ve tes-bih eder!” (13/13). Yazır, bu konuya geniş yer ayırır (1/221-229).

Korkuya, içe dönük duygu ve düşünce boyutuyla, ümid ve korku dengesi açısından baktığımız gibi, dışa dönük olarak doğaya eşya ve hadiselere bakarak da bir ölçü kazandırabiliriz. Bu aynı zamanda bilimsel bir bakış da sayılabilir.

Aslında “Dinsel açıdan bilimsel açı dan!” gibi bir ayrım doğru değildir.Çünkü bütün bilim dalları, insan ve evren varlıklarıyla ilgili mevcut bilgilerin sistematik olarak ifade edilmesinden ibarettir. Evren ve insan ise, Allah’ın var ettiği iki kitap olduğuna göre; bütün bilim dalları Allah’ın varlıktaki sanat eserlerini anlatan birer dil olmaktadır. Bu sebeple lezzet alan dilimizi de severiz, konuşan dilimizi de. Ruhumuza haz veren kanarya-bülbül dillerini sevdiğimiz gibi, bütün bilim dillerini de öyle severiz.

Gök gürültüsü konusunda da bilim diliyle Kur’an dilinin aslında aynı gerçeği anlatan farklı diller olduğu görülecektir. Ve psikolojik rahatsızlıkların giderilmesinde ikisinin el ve dil birliği yapması gereği bir kez daha ortaya çıkmış olacaktır. İsterseniz şimşek ışığını vahye, gök gürültüsü sesini de bilimlere benzetebilirsiniz. Bilim seslendirirken, Kur’an ışığıyla anlam kazandırmalıdır. Bu da ümit-korku dengeli bakışı gibi, Din-Bilim dengeli görüşü olmalıdır.

Gök gürültüsü hem tespih eder hem de aynı anda oluştuklarını ifade eder. Bakar süresi 19′uncu ayette “Gök gürültüsü ve şimşek! ifadesi geçmektedir. İki kelimeyi birleştiren “Vav” harfi bir arada olmayı ifade eder.Bilim sel açıklama da bu merkezdedir. Elektrik yüklü iki bulut kümesi kuvvetle çarpışır. Işıkla ses aynı anda oluşur. Saniyede üç yüz bin kilometre hız yaptığı için önce ışık görülür. Üç yüz kırk kilometrelik hızı sebebiyle ses sonradan duyulur.

Eğer ilk oluşum anında yıldırım oluşup insana çarpsa, sesini duyma imkanı olmayacaktır. Sesini duyduğuna göre yıldırım çoktan düşmüş ve in san tehlikeden kurtulmuş demektir. Bu durumda yürekleri hoplatan gök gürültüsü aslında bir “Geçmiş olsun! Tehlike geçti müjdesi” sayılmalıdır. Korku geçmiş, yerini ümit almış olmaktadır. Celal içinde cemal, hiddet içinde re’fet, öfke içinde merhamet, korku içinde sevinç ortaya çıkmaktadır. Tabi buna, şimşek ve gök gürültüsü kardeşliği içinde beraberce hamd ve tesbih etmeliyiz.

Liselilere sınıfta anlatılan bu konu, bir hafta sonra kendiliğinden uygulamaya konulmuş, bir ders esnasında gök gürlemesi karşısında, otomatik kurulmuş gibi öğrenciler bir ağızdan “Ole!..Gökte şenlik var!..” diye bağırmışlar!..Kendi korkularını bastırmışlar. Fakat bu sefer, bağırdıkları için,korkudan nerdeyse, öğretmenlerinin ödü patlayacakmış!..Durumu anlatınca: “Bu yaşa kadar hep korkardım iyi ki anlattınız, artık ben de korku yerine sevinç hisse deceğim!” ittirafını almışlardır. Görüldüğü gibi bazen küçük bir bilgi bile büyük bazı korkuların giderilmesinde önemli rol oynamaktadır.

Ayetten anlaşıldığı gibi, şimşek yağmurun müjdesi olduğu gibi, aynı zamanda korkunun ümide dönüşmesinde de aydınlatıcı bir rol üstlenmektedir. Yağmur hayatın, bereketin, canlılığın ve mutluluğun simgesidir. Korkumuzu simgeleyen gök gürültüsü, nasıl yağmur habercisi oluyorsa, korkumuz da şimşek gibi ümit ve sevinç habercimiz olmalıdır. Korkumuzu, anlattığımız olayda olduğu gibi daima ümide çevirebiliriz. O ümitle de hayat toprağımızda canlanmalar olabilir, güzel duygu ve düşünce ürünleri oluşabilir. Korkumuzun, ruh hastanesine yatırdığı pek çok duygumuza ilaç taşıyabiliriz.

<span style="color:#ff0000;"><strong>6-HAYVANLARLA İLGİLİ KORKULAR</strong></span>

“Yeryüzünde yürüyen hayvanlar ve iki kanadıyla uçan kuşlardan ne varsa hepsi ancak sizin gibi birer ümmet-toplulukturlar. Biz, Kitapta hiç bir şeyi eksik bırakmadık. Rabbinize döndürüleceksiniz” (6/38)

“Ben benim de sizin de Rabbiniz olan Allah’a dayandım. Yürüyen hiç bir hayvan yoktur ki, Rabbim onun alnından tutmuş olmasın!” (11/56)

“…Göklerde ve yerde olanlar…hayvanlar da Allah’a secde ederler”(16/49;23/18)

Ayetlerde ayrıca, Hz.Süleyman’a kuş dilinin öğretildiğinden, kuş orduları olduğundan, karıncayla ve Hüdhüd kuşuyla konuştuğundan bahsetmektedir (27/16-28)

Görüldüğü gibi Allah’ın yarattığı varlıklar olarak hayvanlara geniş bir bakış açısı oluşturuluyor. Her şeyden önce Yaradandan ötürü, yaradılan her varlığa secde kardeşliği irtibatı kurulmaktadır. Her varlık gibi hayvanlar da kendi alemlerinde kendi dilleriyle Allah’a hamd ve tesbih etmekte, secdeye varmaktalar. Bu, itaat olarak yorumlansa da en azından hayvanlar bile secde ile, şeytandan ayrıldıkları için bize daha yakın durmaktadır.

İkinci olarak hayvanlar için “ümmet” nitelendirilmesi yapılıyor ki, bu ekolojik denge adına üzerinde durulması gereken ciddi bir vurgulamadır.Bu onların hayatlarının bizim hayatımız kadar önemli olduğu fikrini uyandırır. Çünkü bütün varlıkların el birliğiyle oluşturdukları dengeli bir dünya içinde dengeli bir hayat sürebiliriz. Türlerden birinin imha edilmesi, ekolojik dengenin bozulması anlamına gelmekte, dolayısıyla kendi hayatımız risk altına girmektedir. Eğer gerçekten hayvan korkusu çekilecekse, doğru bu konuda korkmalı endişe etmeliyiz. Hayvanların hayatına değer vermediğimiz için kendi ha- yatımızdan, çocuklarımızın geleceğinden çaldığımız için endişe duymalıyız…

Üçüncüsü, onlar da bizim gibi varlık topluluğu olduklarına göre, onların da hukuku var demektir. Hayvanlara eziyet etmenin cezası daha çok dünyada bir kısım belalar şeklinde, peşin olarak verilmekle birlikte, ciddi bulunan konularda ahırette bir, hesaplaşma da söz konusu olabilir. Peygamberimiz hayvanların yakılmasını, yuvalarının dağıtılmasını, fazla yük yüklenmesini, dayak atılmasını, hayati zarar verme ihtimalleri olmadığı sürece öldürülmesini yasaklamıştır (Canan,6/290-310).

Eğer korkacaksak, bir karıncaya bile basmaktan çekinen karınca efendiler gibi, şefkat ve merhamette en küçük bir hayvana bile zarar verememe hassasiyeti içinde olmalı; bunu ölçü yaparak, neslimizin günah bataklığına girme ihtimalleri karşısında ciddi endişeler duymalı, duyarlı olmalı ve ne gerekiyorsa görevlerimizi yapmalıyız.

Dördüncüsü, her canlı Cenab-ı Hakkın emri altında hareket etmektedir. Bir yaprak bile Allah’ın haberi olmadan düşmez (6/59).Onun bilgisi ve izni dışında hiç bir varlık bir diğerine asla zarar veremez. Bu düşünceyi her korku anında hatırlamak ve Allah’a dayandığımızı belirtmek de içimizi rahatlatacak, pskolojik bir güç verecektir. Hayalinizde gökten ışıktan bir ip hüzmesi sarktığını canlandırabilir, bunu hayvanın boynunda bir dizgine dönüştüğünü ve ağaca bağlandığını da düşünebilirsiniz.

Beşincisi, hayvanlarda akıl olmadığı için onlarla akıllılar gibi iletişim kuramayız. Hoş nice akıllı insanlarla da iletişim kurulamadığı gibi, yırtıcılıkta ya da üreme konusunda dağ komşularını çok gerilerde bırakan akıllı insan tipleri de yok değildir. Ancak bugün hayvanlarla, sirk eğitimi ötesinde çok yönlü yarar sağlamak için dillerini öğrenme çalışmaları sürmektedir. Kur’an bu konuda bizi teşvik etmekte, zirve sınır noktasını mucize diliyle çizmektedir.

Burada korku ile ilgili olarak şunu söyleyebiliriz: Allah’ın Peygamberini bir karınca ve kuşla konuşturmasından yola çıkarak, fabl tarzı bir konuşma ve konuşturma uygulayabiliriz. Birebir karşımıza alarak yapamasak da, zihnimizde, korktuğumuz bir hayvanla, secde kardeşliği adına güzel bir söyle şi yapabiliriz. Çizgi filimlerde bunun örnekleri sayılamaz derecede çoktur. Böylece aramıza giren korkunun dağılmasını sağlayabiliriz.

“Biz çocuk muyuz, çizgi filim izleyip de hayvanlarla konuşalım!” denebilir. Evet her insanın bilinçaltı bir çocuktur, çocuk gibidir, hep yeni öğrenme ve aynen taklit etme eğilimindedir. Bu uygulamayı insanların önünde yapmak zorunda değiliz. Zaten pek çok davranışlarımızı gizli yapmıyor muyuz? İnsanların içindeyken bile, mahremce duygu ve düşünce manevralarımız olmuyor mu? Hayalimizde bir Süleyman çiftliği niye kurmayalım?

Bilinçaltımız yerleşmiş bir program disketi gibi, gerçek olanla olmayanı ayırt etmez, sadece anında hisseder ve tepkisini gösterir. Bu tıpkı ger- çek olmadığını bildiğimiz halde, mantıktan bağımsız çalışan bilinçaltı duygularımızın etkisiyle bir filimden korkmamız yada ağlamamız gibidir. Uzaktan bile olsa, her köpek gördüğünde korkan bir insan aslında, o köpekten değil, bilinçaltındaki köpekten korkmaktadır. Onu karşınıza alıp hayalen konuşur, hat ta bir reklamda olduğu gibi tebessüm ettirirseniz, kendi korkunuzu kendi elinizle hazırladığınız veya hazır bulduğunuz gibi kendi elinizle de yok etmiş olursunuz.

Psikolojide baba korkusunun bir tarz hayvan korkusuna dönüştüğü yorumları yapılır. Bilinçaltına korkular programlama durumunda olan anne babalar, kendilerini çocuklarının bilinçaltı bilgisayarına korkunç bir varlık olarak, kaydetmeyi istemezler herhalde!..

Burda yeri gelmişken, Kur’an ve hadislerde karşılaştığımız benzer bir hususa dikkat çekelim. Dünyada yapılan kötü ameller, Bilinçaltımıza iyice yerleşmiş kötü duygu ve düşünceler, rüyalarda serbest kalıp bilinç düzeyine çıkarlar. Aynı şekilde, özellikle kabirde ve mahşerde bize korku ve üzüntü verecek korkunç varlıklar halinde temessül edebilirler. Mesela ayet gıybetin, simgesel karşılığının ölü eti yemek gibi olduğunu vurgular (49/12) Cehennemin bile, zalim inkarcının psikolojik haline, kişilik yapısına göre bir özellik kazandığına şahit oluyoruz. Son bölümde örnekler verilecektir.

Kur’an-ı Kerim, attan da bahseder ve onu cihadın ve hayvanlar aleminin kahramanı gibi gösterir, bildiğimiz bilemediğimiz düşmanlara karşı bir korkutma gücü olarak tanımlar (8/90). İnsanın övülesi duygularını temsil eden hayvanlar vardır; bülbül, üveyk, şahin, kuzu gibi…Tabi en başta at, ya da küheylan!..İki ruhta kontak oluşunca, ikisi de adeta Süleyman Peygamberin rüzgarına dönüşüp kıtalar, deryalar aşmışlar, aynı dili kullanarak fetih turrasıyla imzalar atmışlardır. Biz kur’an’ın korkutma gücü olarak ifade ettiği ve Tarih Yapıcılarımızın ruhunu temsil eden bu hayvanı, korkularınızı korkutması için hayalinizin bineği yapmanızı önerebiliriz.

Hayalinizde, korktuğunuz bir köpeği ya da başka bir canlıyı, büyüterek, çok sevdiğiniz bir renkte şahlanan, mesela beyaz bir ata dönüştürün ve üzerine atlayıp Hizmet Ufuklarına doğru koşan; küheylan misilli, nurdan yeleli, ışıktan sekili, hizmet insanı besbelli; Işık Süvarileriyle beraber şevk için de uçtuğunuzu hayal edin!..Sonra da korktuğunuz bir köpekle karşılaşınca arkadaşlarınıza veya çevrenize: “Bak benim küheylanım geliyor deyin!..Onları güldürün!”. Ama esas korkunuzu gül dürmüş olacaksınız!..

<span style="color:#ff0000;"><strong>7-ÖLÜM KORKUSU VE İNTİHAR</strong></span>

Ölüm, insana iki yönden korku ve üzüntü verir. Bir yönüyle insan doymak bilmeyen ölümsüz duygu, düşünce ve duyular taşımakta ve bunlarla hayata çok sıkı bağlandığından kopmak istememektedir. Diğer yönüyle de, sevdiklerini kaybetmenin verdiği korku ve üzüntü vardır. Bu yüzden bazı in- sanlar, bu korkudan paranoid olurken, üzüntüden bunalımlara hatta depresyona girebilirler.
Bu, aşırı bir uç olduğu gibi, dünyada çekilen sıkıntıların, acıların ve üzüntülerin etkisiyle çözümü ölümde aramak da ayrı bir bilinç sapması ve duygu aşırılığıdır. Ölümün yüzünü güzel göstermek istediğimiz bu noktada yanlış anlamalara meydan vermemek için, öncelikle intihar konusuna temas etmekte yarar vardır.

İnsanın başkasının canına kıyması kesinlikle haram olduğu gibi kendi canına kıyması da haramdır. Hatta parmağımızın bir ucuna bıçak atmak jiletle kolları çizmek de dinimizce yasaklanmıştır. İnsan emanet bedenine zarar veremez. Emanete hiyanetlik olur bu!..Peygamberimiz, intihar etmiş bir kişinin cenaze namazını kılmamıştır. Bu davranışı, intiharın çok büyük günah olduğunu göstermektedir. Çünkü inanmayan insanların namazı kılınmaz. Öte yandan arkadaşlarının kılmasına da engel olmamıştır. Bu da ona hemen kafir hükmünün verilemeyeceğini göstermek içindir.

Ölüm hayat gibi tamamen Allah’a ait bir yaratılıştır. Allah’ın Muhyî (Hayat veren) ve Mümît (Ölüm veren) isimlerine dayanırlar. Sadece Firavun ve o inançta olanlar, insan hayatına son vermeyi düşünebilirler. Çünkü o kendini tanrı yerine koymuş, ölümü vermek benim elimde demiştir.

Diğer taraftan, insan bu davranışıyla sonsuz cennet hayatını tehlikeye atmaktadır. Ölüm insanı Allah’a kavuşturur. Fakat söz konusu olan Allah’a ulaşmaksa, bunu belirleyecek olan da O olmalıdır. Büyük bir makama randevu alınmadan, kapıyı açarak girilemeyeceği gibi, ecel daveti gelme- den ölüm kapısını açıp Allah’a varmak büyük saygısızlıktır. Rabbimiz hangi yüzle geldin diye sorar!

Ayrıca biz dünyada bir imtihandayız. Acıları dertleri korku ve üzüntüleri çekme durumundayız. Buraya kadar yazdıklarımız ve bundan sonra yazacaklarımız, hep bu konuda bilgi vererek duygu ve düşüncelere yardımcı olma çabasının ürünüdür. Öyle işin kolayına kaçarak, acılardan üzüntülerden kaçmak yok! Cepheden kaçan düşman askeri gibi olmamalıyız. Hayatta kalıp, Allah’a dayanıp sabırla mücadele etmeliyiz. Allah’ın istediği ölüm olsaydı bu hayatı hiç yaratmazdı. Bizim yaşamamızı, cennete hazırlanmamızı ve sonsuz hayata ve kendine güzel bir insan olarak kavuşmamızı istemektedir.

İntiharı düşünen insan neyi halledebilecektir? Acı duyduğu şeyler yine aynen sürecek, belki de arkada bıraktığı yakınlarını daha büyük acılara boğacaktır. Buna hakkı yoktur! Bu bencilliktir, acı çekiyor olsa da bencilliktir! Kendi dayanamadığı acıları masum insanların omzuna yükleyip kendince kolay yolu seçmektedir. Aslında gerçek zorluklar öbür aleme geçince daha da büyüyerek karşısına çıkacaktır.

Ölümü delicesine istemek, şehit adaylarına özgü bir ayrıcalık sayılabilir. Aslında onlar ayetin beyanıyla ölü değil diridirler. Çünkü sadece Allah rızası için, yüce değerler uğruna canlarını feda etmişlerdir. İntihar eden insana Allah sormaz mı: “Kulum! Sen canına kendin için kıydın! Sen canına kıyarken beni bir kenara bıraktın! Kendini öldürmek isterken ben neredeydim!”…

İster din adına olsun ister satanizm gibi sapık inançlar adına olsun, hiç kimse intiharı aklının ucundan bile geçirmemelidir. Sıkıntılardan boğulacak hale gelmişseniz, depresyon geçirecek durumdaysanız, kesinlikle yalnız kalmayınız, kendinizi kendi olumsuz bilincinize teslim etmeyiniz. Derhal bir psikiyatriste, psikologa, konuyla ilgili hizmet veren telefon hattına başvurunuz, hiç olmazsa size yardımcı olabilecek bir dostunuzu arayınız.

Ne olur yaşayınız! Yaşatmak için yaşayınız! Dertleriniz varsa dertlilere yardım etmek için yaşayınız!..Yaşatma derdi tüm dertlere dermandır!..

Kendinizi yok etmeyi düşünecek kadar bir bilince sahip olduğunuza göre, bu bilincinizi ve düşüncenizi, sizin gibi acı çeken insanların varlığına çeviriniz!..Acılara katlanarak, onların dertlerine yardım için koştuğunuzda, önünüze başka kapıların açıldığını ve dertlerinizin sona ermeye başladığını kesinlikle göreceksiniz!..

Ölüm korkusu ve ölüm acısı büyütülmemeli ve insanı mutsuz, hatta hasta hale getirmemelidir. Öte yandan tehlikelere, hastalıklara, ahlakî gevşeklik ve suçlara karşı olumlu etkileri göz ardı edilerek küçümsenmemeli, gerekli ibretler ve dersler alınmalıdır.

Ölümü tanımada, bir bakış açısı kazanmada, en kısa, sağlıklı ve gerçekçi yöntem, şüphesiz ölümün sahibine baş vurmaktır. Hayatı yaratan kim ise, ölüm hakkında ondan bilgi almaktır.

<span style="color:#ff0000;"><strong>KUR’AN’DA ÖLÜM ANLAYIŞI</strong></span>

Kur’an ölüm korkusunu, inanmayan insanlar için ciddi panik yaşatan bir durum olarak tasvir etmektedir (2/19).

Ayrıca Can boğaza dayandığında, insanın bacaklarının birbirine dolandığı, ayrılış vaktinin geldiği anlatılır ( (57/83; 75/26-29).

Kur’an’a göre insan, hayat gibi ölümü de bir kere tadacaktır (3/l85,44/56) Dikkat çekici üç husus vardır.

Birincisi, ölümle hayat ikiz kardeş gibidir. Bir madalyonun iki yüzü gibi. Her hayat içinde bir ölüm gizlendiği gibi, her ölüm içinde de bir hayat bulunmaktadır (3/27,67/2). Tıpkı ölü gibi görünen çürük bir çekirdek içinde koskoca bir ağacın saklanmış olması gibi. Bu sebeple Allah, hayat ve dirilişle beraber ölümü de “Selam” yani güven veren anlamına gelen isminin gölgesi altına almıştır (19/15).

İkincisi, ölüm, geçici dünya hayatı ile sonsuz ahiret hayatı arasında bir köprü ve hayat bağı olarak ele alınmaktadır. Bu iki hayat arası konumu ile ölüm, adeta canlılık simgesidir. Nitekim bizim tabut ve toprak içindeki haline bakarak ölü dediğimiz şehid için Allah, “O diridir” demekte ve daha üstün bir hayat decesinde olduğunu bildirmektedir (2/154,3/169). Hz.İsa’nın eliyle bir ölünün hayat bulması (3/49), Hz.İsmail’in tereddütsüz kurban edilmek ü- zere boynunu uzatması (37/107) ölümde hayran kalınacak bir hayat çekirdeğinin olduğunu göstermektedir.

Üçüncü ve en önemli husus şudur: Ölmek önemli değildir, önemli olan, sağken ölü hale gelmemek ve inanmış olarak ölmektir (2/132,27/80). Kalp taşıdığı halde inanmayan, akıl taşıdığı halde düşünmeyen, göz kulak ve dil taşıdığı halde gerçekleri görmeyen(7/179; 22/46)okuyup dinlemeyen,anlatmayan ve çalışıp insanlığa hizmet yolunda koşmayan insan esas ölü gibidir, gezer mezar durumundadır . Ölümden değil, ölüme hazırlıksız olmaktan endişe duyulmalıdır.

İnsan, hangi inanç, düşünce, duygu ve uğraş içinde yaşamışsa, ölümü de dirilişi de öyle olur. Ölümünü tanımak, ölüm sonrasını anlamak iste- yen insan, hayatına bakmalıdır. Ölümünden değil esas hayatından endişe duymalıdır.

<span style="color:#ff0000;"><strong> ÖLÜM NEDİR NE DEĞİLDİR?</strong></span>

1-Ölüm bir hayat cellatı değildir. Geçici bir ısdırab olsa da, sonsuz mutluluk bestesine sanki bir mızrap gibidir.

İnsanı tanımadığı bir insanı sevemeyebilir. Ölüm de tanınmadığı için kötü, çirkin ve bir felaket olarak algılanabilir. İnsan psikolojik olarak, dün- yaya içinde bulunduğu ruh haleti çerçevesinden bakar. Dertliyse herkesi dertli, sıkıntılıysa herkes sıkıntılı zanneder. Kendi sevinçliyse ona göre herkes sevinçlidir. Ölüme bakışı da buna benzer olacaktır. Ölüm, özellikle yabancı filimlerde çirkin ve korkunç çehresiyle adeta şeytânîleştirilir. Öncelikle şeytan bir ölüm meleği değildir. Şeytan melek değil cindir (18/50). Secde etmediği için kovulmadan önce, geçici olarak meleklerin içinde bulunmuştur.

Oysa ölüm, hayat getiren yağmur gibidir, fırtına, şimşek ve gök gürültüsü ile geldiği olsa da, aslında o, Rahmet, hayat ve güven müjdesidir.Mızrap gibi yüreklere vurur ısdırab verir fakat bir hüznünde bin tebessüm yüklüdür. Tıpkı ana sancısıyla doğan hayatlar gibi…Nağmelerinde hep sonsuz mutluluk sesleri dinlenir.

Ya da dikenler arasında gül gibi…Dikene bakıp da güle küsülmez, hele üzerinde bülbül şakıyorsa asla!..”Gülüm!” diyebileceğimiz ölümün,büyüleyici güzelliği yanında, bir kaç diken acısının bir anlamı olmaz. Hatta her bir dikeni, hayatın meşakkatları yerine koyar, zirvedeki ölüme ulaştıran birer basamak gibi düşünürüz. Evet ölüm bir gül!..Ona gül!..Ki o da gülsün!..Seni de ebediyyen güldürsün!..

2-Ölüm, yokluklara götüren bir idam sehpası, karanlık çukurlara gömen canavar ağzı, sevenleri ayıran kaderin kara belalısı değildir.

O, ışıklar ülkesine açılan bir kapı, cennet saraylarına uzanan bir koridor, sonsuzluklara uçuran bembeyaz kanatlı bir burak gibidir.

Ölüm ayırandır fakat kavuşturmak için ayırandır. Allah’a, Peygamberlere, büyük zatlara, yakın uzak akrabaya ulaştırandır. Askerlikten terhis olma gibidir. Bir farkla ki, terhisle beraber terfi de sağlamaktadır; hem dünya dertlerinden kurtarmakta hem de sonsuz lezzetler cennetine götürmektedir. Arkada yeni gelecekler için açtığı bir meydan ve hayatta kalanlara bir ibret bırakarak gitmektedir. Sabır ve tevekkülle imtihan edildiğimiz ölüm karşısında (2/155) Allah’dan şikayette bulunmamak, feryat edip saçı başı yolmamak şartıyla ağlamak doğal bir tepkidir. Peygamberimiz de oğlu vefat edince gözyaşı dökmüştür. Ancak önemli olan burada ağlamak değil, orda ağlamamak için burada ağlamak ve oraya hazırlık yapmaktır. Peygamberimiz “Ölmeden önce ölünüz!” derken, bizi cehenneme götürebilecek günahlar karşısında son derece iştahlı olan nefsin, bu kötü duygularını ölü hale getirin demek istemiştir.

3-Ölüm gökten gelen bir davetiye, cennetten düşen bir inci,

Ebedî güzelliklere kavuşmakla yaşanacak gerçek bayram sevinci!..

Zengin ve tanınmış birinden, hem de bolca hediyeler verilmek üzere, bir düğün davetiyesi alan insan, sevinir, neşeyle dolar, bir kaç saatliğine de olsa, gitmek için can atar. Ciddi bir hastalıktan kurtulma, define bulma, yüklü mirasa konma, evlenme, ev-araba alma gibi hayat olayları da her insanı çok sevindirir.Fakat bütün bu dünyalıkların, yanında değersiz kalacağı bir cennet; Ve bütün sevinçlerin, yanında sönük kalacağı bir cennet sevinci var!..

Cennetten, inciden bir davetiye olarak cennet kuşu gibi düşüp gelen ölüm, cennet hayatının mukaddimesi yani öncüsü ve habercisidir.Aslı güzel olanın mukaddimesi de güzeldir, tatlıdır, sevinç doludur. Hayatın sonu, acı gibi görünse de mutlu bir sonla sona ermektedir; cennet sevinciyle!..

4-Sen, alnından öpülesi ölüm!..

Sen bir son değil, sonun sonusun!..

Sonsuzluğa eş ve baş olan son bir sonsun!..

Sona eren her şey bir son veren ve son ile sonsuzluğu buluşturan bir iksir,

Cemale açtığın gözlere çekilen sürmesin!..

Ölüm, güzelim hayatı acılaştırmıyor, hayatı acılaştıran sonlara son veriyor, son kez bir sonla tanıştırıyor ve sonu, sona ermeyecek güzelliklere çeviriyor.Göz perdelerini kapıyor ki, sonsuz bir sahnenin perdesini açsın ve baharları kıskandıracak güzelliklerin peçesini kaldırsın!

Son oruç sevinç dolu olur, son sınav da, son iğne de.. Hayat sonunda da cennet ve Cemâlullah sevinci olduğundan ölüm anında ruh sevinçle-re boğulur. Kimbilir kiminin ölüm heyecanı bundan olur!..

Rabiatü’l Adeviyye’nin dilinde gündüzün ölümü, aşık-maşuk buluşması, Mevlana’nın dilinde ölüm, Şeb-i Arûs (düğün gecesi)olur.

Belki de meyyit, tarihî buluşmada, ilahî gelişin ebedî heyecanları içinde edebinden pembeleşmektedir. Gözler!..Allah’ı bulan, ölümün yolunu gözler!..

5- Ölüm!..

Gülüm!..

Sonsuzluk bestesinden ilk ve son bir bölüm!..

Kanlı dallarda gülden bir tebessüm!..

Sen ne mübarek bir arkadaş ve refakatçisin!

Varsın başkaları sana dikeni nazarıyla baksın, sen gülün ta kendisisin!

Bırak bazıları sana “Kara yüz!” yakıştırmasında bulunsun,

Sen bizim için bizi aydınlık ülkelere uçuran, ötelerden iki ışık kanatsın!..

Bakma sana “Soğuk yüz!” dediklerine,

Sen bizim için müjde çiçekleriyle kar gibi beyaz ve berraksın!..

Onlar sana “Çukur” derler, “Dehliz” derler,

Biz “Ebedi saadet saraylarına açılan bir koridorsun!” deriz…

“Ayıran” da derler sana,

Sen haddızâtında ebedi alemlere intikal etmiş binlerce ahbaba, dost ve yârâna kavuşturansın…

Evet ayıransın da fakat elemli, sıkıntılı ve ayrılık hasreti yüklü şu dünya talimgâhından, hayatların en hası, hakiki hayata intikal ettiren bir terhis tezkeresisin!..

Sen bizi gönderene dönme anında cismimizi nura gark edecek bir ebed şerbetisin..

Sen!..

Dertli bir neslin dert yüklü tercümanına: “Eyvah!..Bugün yine ölmemişim!..” diye söyletensin!..

Ve sen:

Ne zaman geleceksin!

Gel de dünyam süslensin!..

Ufkumda Cemal tüllensin!..

Diye aşıkları, delletensin!..

Peygamberimiz, lezzetleri acılaştıran ölümü çokça hatırlayın buyurur.

Burda bir amaç belirlenmektedir. O da günahlara karşı uyanık ve tedbirli olmak ve zevklerin oluşturacağı ülfet ve ünsiyet perdesini kaldırmak-tır.Bu gaye ile kabirleri ve hastaneleri ziyaret etmek yararlı olacaktır. Ölüme bu şekilde bakılırsa, hem günah ve kötülüklerden uzak tutmuş hem de ahi-ret adına hayırlı hizmetlere koşma şevki vermiş olacaktır.

6- Ölüme bir bakış açısı da şu olabilir:

Bir muharebede, bir görev başında ölmek ve şehadet şerbetini içmek mukadderse bu;

Cana minnet!

Cana cennet!..

Hem de ruha cinnet!..

Bu anlamda beni, şehid olma isteğiyle dua bekleyenlerin listesinde yazabildiğiniz kadar üst sıralara yazınız ne olur!..

Ama bu, kısa yoldan ve deyim yerindeyse ucuz bir ölüm olur!

Bencil mi davranıyorum acaba? Rabbim sormaz mı?..

Geldin, hoş geldin!

Yoluma can verdin!

Onca insan vardı,

Sen kiminle geldin?..

Sıddık-ı azam derdi,

İnsandı onun derdi,

Cehenneme dolsam,

Herkes cennete derdi!..

İnsanlığın imanının kurtulması yolunda, hayatımızı vakfetmek, Hizmetlerde koşturarak vuslatı ertelemek,

Her hizmetimize bir yenisini eklemek,

En kutsal şehadet mertebesi bu olsa gerek!..

Rabbim beni alsın

Ama çok geç alsın

Hayatımı alıp

Hayatlara katsın

Rabbim beni öldürsün,

Ama en geç öldürsün,

Güllere gübre etsin

Hayatları hep güldürsün!..

Gül gibi hayatımı soldursun,

Çevremi bin gülle doldursun

Bize gerek, hizmet gerek

Şu an cennet şurda dursun

Böyle Kur’an dengeli bir bakış açısını yakalamış insanların, ne intiharı düşünmesi ne psikolojik korkulara ve hastalıklara yaka lanması ne de ahlakî gevşeklik içinde, kayıtsızca dünyanın zehirli bal hükmündeki günahlara dalması düşünülebilir!..

<span style="color:#ff0000;"><strong>ÖFKE</strong></span>

Öfkeler, insan ruhunu çatlatan kamçılar

Öfke, akıl ve düşüncenin, kalp ve vicdanın yollarını bloke ettiği, tıkadığı için, bazen üzüntüden daha zararlı bir duygudur. Üzüntü daha çok içe, öfke ise dışa doğru yönelir ve taşar. Üzüntünün zararı, çevreden çok insanın kendisine olur. Depresyon yaşatabilir, insan kendine zarar verebilir. Öfke ise en basit örneğiyle, eşyaya zarar verme, sözle birinin kalbini kırma, çirkin sözler söyleme, elle vurma gibi zararlarla başlar. Cinayetlere ulaşan yolda sayılmayacak kadar çok etkisi vardır. Damar tıkanıklığı gibi psikolojik hayatı kökünden etkileyebilir. Acil by-pass gerekebilir.

Öfkenin bedende oluşturduğu zararlar klinik bulgularla belirlenmiştir. Örneğin öfkelendiren konuyu hatırlamak bile, kalbin pompalama veriminde yüzde beşlik verim düşüşe sebep oluyor. Bu, kalbe giden kan akışını azaltıyor. Nabzı ve tansiyonu yükseltiyor. Kalbe en çok zarar veren duygu öfke olmaktadır.

Öfke, bir anlık patlama şeklinde olanı zararlı olabilirse de, öfkelendiğimiz konu üzerinde uzun uzun düşünüp, kendimizce haklı gerekçeler üretmek, kafaya takarak şişirmek körüklemek, yerleşik bir kaygı olarak kronik hale getirmek, daha büyük rahatsızlıklara yol açabilir. Öfkeyi içine atma sürekli aynı konuyu düşünme, öfkeyi besleme anlamına gelir ki bu tefrit, öfkeyle hareket edip zararlı sonuçlara sebep olma da ifrat sayılır. Hiç öfkelenmemek de insan tabiatına uymaz. Önemli olan öfke duygusunun ön habercileri, belirtileri ortaya çıktığında hemen müdahale etmek, onu yutabilmek, disiplin altında almak, öfkeye sebep olan başka duyguları belirleyip onları gidermek ve yönetmesini becerebilmektir. Ve bir ihtiyat kuvveti gibi öfkemizi yerinde, zamanın da kontrollü biçimde kullanmasını da bilmek!..Bu da öfkenin müstakim yönü, itidali ve orta yolda olanıdır.

<span style="color:#ff0000;"><strong>1-KUR’AN’DA ÖFKE</strong></span>

Konumuzla ilgili üç Ayet şöyledir:

a- “O takva sahipleri bollukta da yoklukta da verirler, öfkelerini yutarlar, insanları affederler, günah işleyince Allah’ı hatırlar, tövbe istiğfar ederler. (3/134-135).

b- “Onlar büyük günahlardan ve fuhşiyattan kaçınırlar, kızdıkları (gadab) zaman da bağışlayıcı olurlar”. (42/37).

c-”Onlarla savaşıp mücadele edin ki Allah,onlara cezasını versin, müminleri de galip getirip içlerini ferahlatsın ve kalplerindeki öfkeyi gidersin!”. (Tevbe,9/14-15)

Ayetlerde ilk bakışta beş öneri göze çarpmaktadır. Ancak bunların uygulanabilir olmasında takva sahibi olmanın önemli bir faktör olduğunu belirtmek gerekmektedir. Takva, genel anlamda Allah’ın emirlerine uymak yasaklarından kaçmak olarak özetlenebilir. Bu, bir insanın sürekli olumlu duygu, düşünce ve davranışlar içinde olduğu, olumsuz duygu, düşünce ve davranışlardan uzak kaldığı anlamına da gelebilir. Takva kavramında bir hassasiyet, ölçülülük, kendini kontrol, hayatı kavrama, ahlakî değerlere sahip olma, Allah ile bağlantıyı güçlü tutma ve Allah ile ilgili her bilgiye açık ve istekli olma gibi anlamlar da bulunmaktadır.

Takva sahibi bir insan, namaz kılmakla, en basit ifadesiyle öfkelenebileceği zaman dilimlerini azaltmış olmaktadır. Çünkü yer yüzünde namaz kılarken, durduk yerde maddi sebeplerle öfkelenen hiç bir insan olamaz. Bu, diğer inanç mensuplarının mabetlerinde ayin yaparken de geçerli olabilir. Kaldı ki, öfkeden uzak kalma süresi sadece namaz vakitleriyle sınırlı tutulamaz. Namaz öncesinde abdest alma, zihnî hazırlık sürecini yaşama da insanı bu duygudan uzak tutacaktır. Namaz sonrası durum da bundan farklı olmaz büyük bir ihtimalle…

Biz özellikle namaz esnasındaki uygulamayı vurgulamak istiyoruz. Her gün en az beş kez insan, elini kolunu, ayağını, dilini gözünü kulağını, duygu ve düşüncelerini kötülüklere karşı bağlamaktadır. Bunu temsîlen tekbir alırken; ellerimizi kaldırır, dünyaya ait davranışları, duygu ve düşünceleri arkamıza atarız. Bunu takviye için de artık onlara dönmemek üzere ellerimizi bağlarız. Adeta Rabbimizden başka her şeye karşı bir soyutlanmışlık moduna geçmiş oluruz. Bu soyutlanma durumu namaz süresince devam eder. Huşû içinde ve cemaatle namaz kılanların, özellikle tesbîhât yapanların hem ellerinin bağlı kalma süreleri uzamış hem de derinleşmiş olacaktır. Önemli olan bu uygulamanın her gün beş kez tekrarlanması ve bunun bir alışkanlık haline gelmesidir.

Alışkanlık, ikinci bir fıtrat ve kimlik oluşturma gibi bir durumu sonuç verir. İnanç kimliği (Şeytandaki gibi, geçmiş birikimi üzerine) bir anda oluşa bilirken, ibadet kimliğinin oluşması bir ömür devam edebilir. Peygamberimiz ibadetinin sonucu semalara göre bir mahiyet kazandıktan sonra Mi’râc gerçekleşmişti. Ömrü erken dönemde sona erenlerin ekstra kimliğini Allah fazlıyla verir.

Namazda edinilen alışkanlıklar, namaz sonrasında da etkisini gösterecektir. Benzer olayı oruç da gerçekleştirmektedir. Böyle ruh eğitimi almış duygu ve düşüncesi ve organları üzerinde denetim sağlamayı öğrenmiş insanın, öfke duygusu üzerinde disiplin sağlaması da kolay olacaktır. Namazın kötülüklerden uzaklaştırdığını Hak olan, sadece hakkı-gerçeği söyleyen (38/84) Allah söylemektedir. Eğer namaz kıldığı halde kendine veya başkaları- na zarar veren bir insan varsa, öncelikle ciddi anlamda kendini ve namazını gözden geçirmelidir.

Ayet şöyle der: “Şüphesiz namaz her türlü fuhşiyâttan ve dinin çirkin gördüğü şeylerden uzak tutar “. (29/45). Rızkın ölmeyecek kadarının ilahî taahhüt altında olması gibi, namaz esnasında insanın kötülükten uzak kalması ve öfkelenmemesi garanti altına alınmış olmaktadır.Bundan sonrası da insanın iradesine ve sorumluluğuna bırakılmaktadır. Şimdi öfke konusunda dibacedeki ilk ayeti inceleyelim.

Ayette zikredilen “Gayz” içten kaynaklanan insana özgü öfke, hiddet, kızgınlık duygusu demektir. “Yutma” anlamına gelen “Kezm” kelimesi de deriden yapılmış su kabını sıkıca bağlamaktır (Yazır2/425). Bu, içten su gibi kaynayan öfkenin, ağızdan dışarı çıkmasını önlemek için sıkıca kapanması gerektiğini ihtar ediyor. Kur’an’da “kezm-yutma-yutkunrma” kelimesi sadece iki ayette geçer. Birisi, insanın dünyada öfkesi için yutkunması, diğeri de mahşerin dehşetini görünce korku ve heyecandan yutkunmasıdır ki, insanın kalbi bu yutkunmadan boğazına kadar gelecek denmektedir (40/18).

Kur’an’da “Gayz” kelimesi ise çoğunlukla inkarcıların Peygamberimize ve Müslümanlara duydukları öfkenin ifadesi olarak söylenir. İki ayette Müslümanların öfkesinden (3/134;9/15) iki ayette de cehennemin öfkesinden söz edilir. Cehennem, inkarcıları görünce gayz-öfke duyacak, nerdeyse öfkeden çatlayacak hale gelecek şeklinde tasvir edilmektedir (25/12;67/8).

Kur’an’da öfke anlamına gelen ve Allah için kullanılan “Gadab” kelimesi, bir kez, kavmini, inanmadıkları için musibet gelecek diye öfkeli halde bırakıp giden Yunus Peygamberi anlatırken anılır (21/87). Üç kez Musa Peygamberin, ilahî gadab ihtarıyla sık sık karşılaşan kavminin, buzağı yapıp taptıklarını görünce hissettiği duygusunu anlatmak için kullanılmıştır (7/150,154,168). Ve sadece bir kez de, genel ifadesiyle insanlar için yukarıdaki ayette geçmektedir.

Müslümanlar için iki tarz öfkeden söz edildiğini söyleyebiliriz. Bir ayete göre müminler, kendilerine eziyet eden inkarcılara öfke duymaktadır. Allah, onlarla mücadele etmelerini, böylece hem onlara cezalarını vereceğini hem de kalplerindeki öfkeyi çıkacağını ifade eder ki, burada günümüzde psikologların üzerinde israrla durdukları bir konuya işaret sezilmektedir. O da öfkeye neden olan ve öfkeyle kamufle edilen esas kaynakların belirlenmesidir.

Ayet açık bir şekilde öfkeye sebep olan faktörlerle mücadele etmeyi tavsiye etmektedir.

Kur’an’da bu ayetten başka bir yerde; imanla kalbini ve aklını aydınlatmış, gerçek benliğini bulmuş inanan insanın öfkesi benzer şekilde dile getirilmemiştir. Müminin muhabbetle ördüğü ruh dokusunda, öfke desenlerine rastlanmamalıdır. Ne var ki insan olmanın gereği olarak bir öfke zuhur ederse, öfkenin ortaya çıkmasını sağlayan diğer duygularımıza da merhem olabilecek tavsiyeler yapılmaktadır.

Görüldüğü gibi öfke kafirlerle cehennemin özdeşleştikleri, ortaklaşa kullandıkları, müminlerin de içlerinde sıcaklığını duydukları,sıcak bir duygu olarak karşımıza çıkmaktadır. İçi dışı ateş kesilen Ebu Lehebin ve ebedi buluşma yerinin ateş olması gibi, inkarcılarla cehennemin ortak paydası da öfke olmaktadır. Ve mahşerde birbirlerini yutmuş olacaklardır. Mümin ise içindeki bu öfke ateşini dünyada söndürmekle yükümlü tutulmuş ve bunu başarması yolunda kalıcı şu mükemmel öneriler yapılmıştır

<span style="color:#ff0000;"><strong>2-ÖFKE DUYGUSUNU YÖNETME PRENSİPLERİ</strong></span>

a- Öfkeye yutmak:

Öfkemize hakim olmanın pratik ön çaresi onu yutmaktır.Yoksa, öfkelenmiş bir cehennem gibi, o bizi yutacaktır.

Öfke halinde fiziksel olarak bir yutkunma repliği de uygulayabilir ve bunu tekrarla yerleştirebilirsiniz. Bundan sonraki öfkelenme lerinizde, zihninizde otomatikman bir yutkunma hissinin belirdiğini göreceksiniz. Bu tıpkı, Hz.Meryem’in yanına her gelişte orda hazır bir rızkın lutfî-fadlî olarak hazır bulunduğunu görmesi gibi (3/37), iç dünyanızda bir öfke yutucu mekanizmanın oluştuğunu, öfkelerinize geçit vermediğini hissedeceksiniz.

Yutkunmakla aynı zamanda, öfke üsaresi gibi ağzınızda oluşan sıvıyı layık olduğu yere postalamakla onun canına okumuş olacaksınız. Kimisi kudurmuş gibi öfkesini ağzından saçar, kimisi yere, kimisi yüze tükürür. Yutkunmasını beceremeyen insanlar gibi davranmamalı, onu içeriye, iadesiz taahhütlü olarak geri postalamalıdır. Tıpkı esneme gibi…

Hiç, hiç esnemeyen insan gördünüz mü? Evet, yorgunluğa ve uykusuzluğa rağmen!..Her esneme geldiğinde, Peygamberimi zin miracını hatırlayarak onu kesinlikle bastırmakta, yutmaktadır. Bilinçaltı, israrla istediğimiz şeyi vermekte aynı şekilde son derece israrlıdır. Bir hizmetkar gibi parmağınızı şıklattığınızda, çağrışım ziline bastığınızda anında kapınızda hizmete hazırdır. Belli süreçten sonra ise, hayatınızda esneme diye bir olayın gerçekleşmediğini hayretle göreceksiniz!..Manevi bir gizli polis, siz hissetmeden onun yolunu kesecek, onu geri gönderecektir. Kendi manevi bekçinizi kendiniz oluşturabilirsiniz!..Hatta Kirâmen Kâtibîn gibi iki tane oluşturursanız, biri teşvik, diğeri tahzîr eder!..Yani bir “Yap ne olur!” diğeri “Yapma aman!” der.

Bu yöntemi öfkelendiğimizi her hissettiğimizde, sinir sistemimizde kıpırdanmalar başlarken,yüzümüzün haritası değişmeden önce, neden tatbik etmeyelim? Burada öfkemizi yutmaz kendimize ve başkalarına zarar vermeye devam edersek, mahşerde cehennemin yutkunmaları karşısında, deh- şetle yutkunmaktan dolayı, kalplerimiz boğazlarımızı tıkayacak hale gelebilir. Orda yutkunmamak için gelin burada bolca yutkunalım!..

Eğer yutkunmakta zorluk çekiyorsanız, mesele değil; en kısa yoldan bir bardak su alıp içinizdeki ateşi, su yutarak da söndürebilirsiniz!

b- Cömert olmak:

Cömertlik, kalıcı bir öfke tedavisi gerçekleştirir. Veren elen daima üstündür.Vermek insanı sevmek değer vermektir.Vermekle hem verende hem de alanda manevi haz veren duygu ve düşünceler ruhları sarar ve aralarında samimi bağlar oluşur. Toplum katmanları arasında bir köprü olarak tanımlanan zekat da, aslında bunu toplumsal planda sağlar. Karşılıklı sevgi ve saygı iletişimi gerçekleşir.

Bunun sonucu yufka yüreklerde oluşan manevi antikorlar, öfke gibi mikropları her seferinde boğar yok ederler. Cömertlik duygularıyla kundaklanmış ve dezenfekte edilmiş bir kalpte, öfke virüsleri, asla girebilecekleri bir boşluk ve vasat bulamazlar. Girmek isteyen virüsler de, yüksek fazilet basıncı altında anında yok edilirler.

Basitçe şöyle de düşünebiliriz: Dün elinden tuttuğum, iyilik yaptığım insana, öfkelenir kalbini kırarsam, ihsanımı başa kakmış, onu ezmiş, yaptığımı yıkmış olurum!..Bu, hayat boyu bizim için sıkıntılara katlanan eşimiz, aile fertlerimiz için düşünülünce daha bir anlamlı olacaktır.

Kur’an ilginç bir tespitle çok yerde candan önce maldan bahseder ve biz bunu “Mal canın yongasıdır!” diyerek bir çeşit yorumlamış oluruz. ‘Allah yolunda malları ve canlarıyla mücadele ederler” (4/95), ayeti sık geçer. Mal canın ona meyletmesi, onunla bütünleşmesi demektir. Çünkü dünyada ki en büyük menfaat aracıdır ve insan kendini onun aracılığıyla gerçekleştirip tam yaşayabilir.

Sözgelimi kölenin malı yoktur, kendini yaşama hakkı da yoktur. Hoş insanlar köle değiller, malları çok olan da var, istediklerini yaşıyorlar ama nefsin kölesi de olabiliyorlar…Ayrıca mal cenneti de temsil eder. Bu sebeple cömertlik, maldan çok candan fedakarlık gibidir. Kimi cimriler bu yüzden verirken canı alınıyormuş gibi hissedebilir. Şimdi siz canınızdan bir parça verdiğiniz evladınıza nasıl kıyamazsanız, canınızdan söküp cömertçe verdiğiniz bir insana karşı da kolay öfke duyamazsınız, duysanız bile affetme gerekçeniz çok güçlüdür ve affedersiniz.

Cömert insanın ruhu çok açık, latîf ve homojen olduğundan, güzel duyguların yayılıvermesi ve onu etkisi altına alması çok kolaydır. Çok tebessüm eden ve herkesle güzel iletişim kuran insanları inceleyiniz, tamamına yakını cömerttir!..Para cimrisi bir insan sanki tebessüm cimrisi de olabiliyor…

Cimriler ise, ceplerinde tuttukları malları gibi, öfke virüslerini de bilinçaltlarında ve kalplerinde hep saklı tutarlar ve sıkça ortaya çıkarırlar.Çehreleri de yürekleri gibi abûsdur…Verecek bir şeyleri olmadığından verdikleri sadece öfke ve huzursuzluktur.

c- Affedicilik:

Affedicilik de alıcı bir öfke tedavisi gerçekleştirir. Affetmek Allah ve Rasulünün ahlakı ile ahlaklanmaktır. Cömertlik gibi, insanda yüksek fazilet duygusu oluşturur. Sadece candan bir özveridir, cömertlik gibi mal verme yoktur. Bazen birini sevmemiz, büyük bir hatasını affedip gönlümüzü açmamız, kasalarımızı açmaktan çok daha etkili sonuçlar getirir. Ona adeta dünyaları vermişizdir ve hiç bir maddi değerle ölçülemez manevi hazineler kazandırmışızdır. Bir insanı affedip, elinden tutup, cennete giden iman yoluna kazandır mak, güneşin gördüğü hiç bir maddi kıymetle ölçülemez.Gerçek cömertlik de bu olsa gerektir…Her ikisini kazandırmak da en güzelidir.

Böylece af ettiğimiz ve aramızda hoşgörü köprüsünü kurduğumuz bir insana karşı öfke duymamız imkansız gibidir. Böyle birini gördüğümüzde öfkelenmek değil, tebessüm etmek gelir içimizden. Öfkelendirecek bir durumu olduğunda da, önceden aramızda oluşan af ve hoşgörü sözleşmesi baskın çıkacak ve öfkelenmemize engel olacaktır. Kazara öfkelensek bile, bu arızî-geçici olacak, ilişkimiz eski özelliğine ve güzelliğine tekrar kavuşacaktır.

Bu konuda olumlu affetme ön yargısını kullanabilirsiniz. Eşinize, çocuğunuza ya da bir dostunuza, daha baştan, baştan aşağıya, rengarenk ve ışıl ışıl parlayan hayalî bir af gömleği giydiriniz. (Belki biz daha çok idam gömlekleri, deli gömlekleri kullandık) Ve tamamıyla affettiğinize kendinizi ikna edip şartlandırınız. Bunu sık sık bilinçaltınıza da empoze ediniz. Siz onlara baktığınızda, o renkli parlak af elbisesini hayal ediniz ve düşününüz. Zamanla, onlara baktığınızda, sizi öfkelendirecek bir durumlarının olmadığını, hatta bir başka sempatik göründüklerini hayretle göreceksiniz.Daha doğrusu siz affediciliğinizi kullanarak, onlara öfkelenme ihtimallerini baştan ortadan kaldırmış oluyorsunuz.

Ancak doğal olarak her durum,affedilme sınırları içinde değerlendirilmeyebilir. Bu durumda da yine ayette belirtildiği gibi; mantıklı cümlelerle, tatlı nasihatle, en güzel iletişim yöntemleriyle yaklaşmak ve bizi öfkeye sevk eden yönlerini gidermek ve güzelleştir mek ayrı bir görev ve sorumluluktur.

Farklı bir bakış tarzı da, öfkelendiğimiz birinin, bizi öfkelendiren durumunun yanında, beğendiğimiz durumlarının da olduğunu düşünmektir. Peygamberimiz, “Eşinizde hoşlanmadığınız bir hal varsa, hoşlandığınız pek çok hali vardır!” diyerek mükemmel bir ölçü veriyor. Öfke bir duygu yoğunluğu olduğundan, düşünme ve vicdan mekanizmamızı bloke eder, kilitler. Öfkenin mantığı ve vicdani duygusu yoktur.Nefis ve bilinçaltı güçlerimiz gibidir. Hayır şer, iyi kötü, günah sevap bilmez, o an kendini yaşamak gerçekleştirmek ister. Biz, bizde oluşmakta olan bu, bizi aşan, gerçek bizden farklı bir yapıda karşımıza çıkacak olan kişilik karşısında teslim olmamaya alışmak, aslında oluşmasına engel olmak zorundayız.

Böyle durumlarda iki elinizi birbirinize değirmenizi, isterseniz parmaklarınızı iyice birbirine geçirmenizi öneriyoruz. Her uygun ortamda, sakin halinizdeyken, yılmadan israrla bunu tekrar etmeli ve aklınızla kalbinizi, vicdanınızla iradenizi yardıma çağırdığınızı düşünmelisiniz. Öfke ön habercisi gelmeye başladığında, diğer ifadeyle aklınız başınızdayken, ellerinizi birleştirerek, öfke dalgası karşısında dalgakıran oluşturmuş olacaksınız.

Sonra da o kişinin olumlu yanlarına bakarak olumsuz tarafı için öfkelenmemeniz gerektiğini anlayacak ve sakinleşeceksiniz. O kişinin bir zamanlar size yaptığı bir iyiliği ve yardımı hatırlamanız da bu yaklaşıma yardımcı olabilir.

“Olumlu bir tarafı yok ki!” derseniz, her durumumuza hitap eden ayet bulmak mümkündür: “Rahman’ın kulları yeryüzünde tevazu ile yürürler ve cahiller onlara muhatap olduklarında, Selam der geçerler” (25/63). Her insanla çok yakın olmak zorunda olmasak bile, köprüleri atacak kadar dışlamak iletişimi koparmak da doğru olmasa gerektir.

Bu konuda Hz.Ebu Bekir’le ilgili nazil olan bir ayet vardır (2/224) İfk olayından sonra, daha önce cömertçe ihsanda bulunduğu birine, iftira edenlere katıldığı için, öfkelenmiş yardımını kesmeyi düşünmüştü. Sonra ayet geldi ve ihsanına devam etmesini tavsiye etti. Peygamberimiz de, yanına gelen ve kabaca davranıp yardım isteyen bir bedeviye de, Mekke fethinde de hem affedicilik, hem de cömertlik sıfatıyla muamelede bulunmuşlardı. Bir farkla ki, hem amcasının hem de kendisinin yüreğini parçalayan Vahşi için, kendisine görünme yasağı getirmişti. Gördükçe, inanmış bir sahabiye karşı kalbinde bir burukluk hissetmesin diye!..O, kendine yapılan her şeyi affederdi, Hak adına yapılan haksızlıklara karşı koyardı…

d-Mücadele ve Hizmet:

Müminlerin öfkesiyle ilgili ikinci ayet, kalplerdeki öfkenin çekip alınması için, mücadele alternatifini getirmektedir.Günümüzün öfkesiz, öfkesiz olduğu kadar manevi lezzeti en bol olan mücadelesi, “İnanç, Kültür ve Ahlak Hizmeti” dir. İnsanların aydınlanması yolunda gayret göstermek, okumak, dinlemek, kalp ve akıl yönleriyle aydınlanmak ve bu bilgi ve inanç nurunu insanımıza hatta bütün insanlara hizmet olarak götürmek tir. Hiç bir maddi manevi karşılık beklemeden, Allah rızasını amaç edinmiş, öfkenin yüzlerine bile misafir olmadığı aydınlık simalı insanları arar bulur, sıkça misafirleri olursanız, öfkenin size zarar verecek şekilde musallat olamayaca ğının taahhüt altına alındığını da görebilirsiniz. Muhabbetin, tebessümün, hoşgörünün, cömertliğin, ikramın, vefanın, fedakarlığın, yardımlaşmanın,ilim ve irfanın ve gerçek kardeşlik hissinin nasıl müşahhaslaştığına şahit olursunuz

Öfke bir aksiyondur. Tembel, uyuşuk insanı bir anda kasırga haline dönüştürüverir. Bu, bulunmaz bir fırsat ve özelliktir doğrusu! Aksiyon!..Asırlarla ifade edilebilecek mahrumiyet noktamız!..Şimdilerde hipodromlara ve sirklere hapsedip, başımızdan attığımız, tarihe nallarıyla imza attığımız baş tacımız küheylan yanımız!..Kıtalar aşardı, yorulur, çatlar ama hiç kızmazdı, Değil bir Sultanı, piyadeyi bile sırtından atmazdı!..

Öfkenizi yok edemez, denetim ve yönetim altına alarak olumlu yüksek enerjiye dönüştürebilirsiniz. Bu da öfkenizi, geniş bir pistte uygun bir kul varda, O Küheylan gibi koşturmanızla mümkün olabilir. Öfkenizi bedeninizle, yakın çevrenizle sınırlı tutmayınız. Uluslar arası, denizler aşırı yarışlara siz de katılınız; basit öfkelerin kurbanı olup da göçüp giden kervanın arkasından dağlar başında öfkenizle baş başa, yapayalnız kalmayınız!

Öfke bir aksiyondur, bulunmaz fırsattır. Onu ilim ve iyilik yollarında, hizmet alanlarında iyi değerlendirebilir, hayırlara vesile kılabilirsiniz.

e-Tövbe ve İstiğfar:

Allah’ın affına sığınmak da öfkeyi tedavi eder: İnsan yaratılışından gelen ya da sonradan edinilen yapısıyla öfkelenmeye yatkındır veya değildir. Kimisi de çok veya az yatkın olabilir. İncelediğimiz her madde adeta ayrı yapıda olanlara hitap ediyor gibi. Yukardaki dört madde sanki bize dört grup öfke tipli insanın çerçevesini çizmektedir. Her mizaç farklı olduğundan tedavi şekli de farklı olur.

Pratik zekaya sahip insanlar, yutkunma gibi pratik çözümlerden daha çok etkilenebilirler.

Duygusal yönü ağır basan insanlar, iyilik yapmanın, cömertliğin kanatları altında daha mutlu olur, öfkelerini bu yolla kolayca bastırabilirler. Liderlik yapısıyla önde olan insanların kullanabilecekleri en önemli silah affedicilik olmalıdır, çünkü çoğunlukla o makamdan hitap eder, o tarz duyguları yaşarlar, yönetimleri altında bulunan insanlarla sürekli iletişim içinde olurlar. Affedicilikle hem düşman azaltır, hem dost çoğaltırlar.

Aktif, dışa dönük, hareketli insanların öfkelerini dizginleyebilmeleri, istidatlarına göre aksiyon gösterecekleri hizmet alanlarında istihdam edilmeleriyle sağlanabilir. Çağlayanlara yön verilir, buradan çağlar giderler, coşkuyla koşarlar her yerde enerji üretecek müesseseler kurarlar!..

Tövbe istiğfar da, her gruba hitap etmesi yönüyle en kapsamlı ve en etkili bir usûl sayılabilir. Çünkü doğrudan Allah ile irtibat ve halini ona açma, ondan yardım isteme söz konusudur.

Tövbe istiğfar, öfkeyle irtibatlandırılacak olursa iki şekilde uygulanabilir. Birisi, doğrudan Allah ile ilgili haklar konusunda yaptığımız yanlışlarla ilgilidir. Sözgelimi öfkelenen bir insanın stres yaşaması, bunalıma girmesi sonucu gidip içki, fuhuş gibi günahlara dalması sonrasında da tövbe ile dönüş yapmasıyla olur.

Diğeri de öfkelenme sonucu başka bir insanın kalbini kırması ona bir şekilde zarar vermesi şeklinde olur. Bunun için ise tövbe-istiğfar yanında, o insandan özür dileme helallik alma esası getirilmiştir. Aksi takdirde bu hesaplaşma ahirete kalacaktır. Orda sevap ve günahların karşılıklı transferi söz konusudur ki, hadisin ifadesiyle insanın müflis olması mevzu-bahistir. Dünyada özür dilemekte büyük yarar vardır.

Öfkenin canına okuyan özür dileme iki boyutuyla karşımıza çıkıyor. Birisi Allah’a karşı diğeri de insana karşı…Her ikisi de tamamiyle insanın kendini yenmesinin, öfkesini yenme yolunda ciddi bir adım atmasının ifadesidir. Peygamberimizin diliyle gerçek babayiğitlik-pehlivanlık da budur. Özür dileme bir düğmeyle karanlığı aydınlığa çeviriverme gibi, iman gibi, ihlas gibi, çok sırlı bir oluşumdur. Gelişimle ilgili kitaplarda çok işlenen, yeni iç temsil oluşturma, yeni pencere açma, swish modeli uygulama gibi yöntemler, aslı ve daha etkilisi zaten kültürümüzde olan uygulamalardır. Bizde zihinden kalbe inme, tüm ruhu kaplama, ebedlere uzanma vardır. Bilinçaltımızı şartlandırsak, dilimizi bu iki buutlu özür dilemeye bir alıştırsak, çoğu öfkemizi daha baştan kontrol al tına alma ve hayır yolunda yönetme şansına sahip olacağız.

Bir de özür dilemenin insana kazandırdığı bir huzur ve mutluluk vardır. Bir taraftan öfkenizi yatıştırmış oluyorsunuz, bir taraftan karşınızdaki insanın gönlünü alıyor iletişimi tazeliyorsunuz, öbür taraftan da kendi içinize huzur ve saadet pompalamış oluyorsunuz. Çocuğunuzdan, eşinizden özür dilemekle başlayabilirsiniz. Böylece onları da buna alıştırmış olursunuz. Ancak bu, boyun eğme, taviz, çıkar, gösteriş, övgü vb. şekillerde olmamalıdır.

Peygamberimizin günde 70-100 kez istigfar etmesinin hikmetlerinden bir tanesi de bu noktada daha iyi anlaşılıyor. Her istiğfar, bir önceki öfke halimiz için bir silme ve temizleme görevi üstlenirken bir sonraki zaman diliminde, meydana gelebilecek öfke halimiz için de ön hazırlık ve tedbir alınmış oluyor. Adeta sinir sistemimizi öfkeye karşı hazırlıklı olması için uyarmış, alarm vermiş, temkinli olmasını sağlamış oluyoruz.

Şayet samimi tövbe-istiğfar ve özür dileme alışkanlığımız yoksa, üstelik günahlara açık yaşıyorsak, maalesef öfkenin kurbanı olmaya açık bulunuyoruz demektir. Her öfkelenen, günahkar bir insan demek değildir. Ancak günahlar, ile öfke arasında çok ciddi bağlantı olduğu da inkar edilemez. İkinci ayet, günahlardan kaçan insanların öfkesinden bahsediyor;. Günah işleyenlerin öfkeye daha yakın olabilecekleri kendiliğinden anlaşılmaktadır.

Günahlar birer öfke tetikleyicisi olabilir. Çünkü günahlar ruhta dengeyi bozar ve ciddi boşluklar oluşturur. İnsanın ruhundaki bu zaafları örtebilmesi, boşlukları kapayabilmesi için elindeki tek güçlü silahı, öfkedir. Öyle bir silah ki menzili çok uzun, mermisi de tükenmek bilmez…Mermilerin çapına göre yaptığı tahribat da farklı olmaktadır.

Her günah, bir Ruh çizgisi veya örgü ipi gibidir. İnsanda ciddi bir psikolojik oluşuma yol açar; farklı bir ruh tablosu veya örgüsü ortaya çıkarır. Günahın insan psikolojisinde en büyük etkisi utanma ve aşağılık duygusu oluşumu olabilir. Zira günah ruhta zıtlaşma demektir. Ruh özünde Rabbiyle yaptığı sözleşmeye sadık kalma eğilimindedir; her doğanın tertemiz fıtratla doğmasının anlamı budur. Ne var ki günah bombardumanı karşısında ruh,bu sözünü tutamamanın baskısı altında ezilir, “Öz benliğime yakışmayan şeyleri yapıyorum” diye içten içe tedirgin olur, dayanamadığı noktada da bir dış etkenle öfke hali kolayca zuhur ediverir. Psikologların, sorunlu hastalarını anlama adına geçmişlerine inmeleri, güzel bir yöntemdir. Ne var ki bu, çocuklukta başa gelen, istenmeyen olayların fiziki boyutlarının tespitiyle sınırlı kalmaktadır.

Ruhun incinmişliği üzerinde önemle durulmalıdır. Bu duruş da Ruh ile Ruh Sahibi arasındaki küslüğün ya da yabancılığın kaldırılması şeklinde olmalıdır. Bu, şu demektir: Özellikle çocukluk dönemindeki şiddet ya da taciz etkisinde kalanlar, bir çeşit kader kurbanı ya da kader düşmanı psikolojisi ne girebilirler. Her şeyi yaratan varlık kültürüne sahip olduğundan, içinde bulunduğu kaotik durumun sebebi olarak Yaratıcısını görebilir. Sonuçta da kendisini; ya her şeye küskün ya da her şeye üstün bir ruh insanı olarak benimseyebilir.

Bu da ruhsal hastalıklar, kişilik ve davranış bozukluğu, anlamına gelmektedir. Özellikle kader konusunun yanlış algılanması, çoğu insanın duygu ve düşüncelerini kontrol etme ihtiyacı bile duymamalarına yol açabilir. Uzman ilahiyatçıların da bu tür hastalıklara yapacağı katkılar olabilir. Günah diye tanımlanan ve bilinen yanlış davranışların da, insan ruhuyla Yaratıcı arasındaki bağlantısı ve kaderle ilişkisi açısından hem duygusal hem de mantık sal boyutta irdelenmesinde yarar vardır. Böyle bir ruh halinin öfke konusunda duyarlılığı da farklı olabilecektir.

Günahlar, bırakın öfkelenmeyi, insanın ruh dünyasını allak bullak edebilecek inkarcılık girdaplarına bile itebilir.Öfke tehlike sınırını aşarsa ruhta bir başkalaşma ve kimlik bunalımı meydana getirir, sîret değişimi başlayabilir ve insan kendini, öfke ile inkar kısır döngüsü içinde sonsuzlaşmaya ikna etmiş olabilir. Şeytan, Firavun, Ebu Leheb gibi örnekler bu konuda irdelenmesi gereken konulardır.

Bu sebeple her günah içinde küfre giden bir yol olabileceği söylenebilir. İnsanın nefsi günah tadını (özellikle haram yiyecekler-içecekler, cinsellik, şöhret vb) hem duygu hem düşünce hem de beden olarak sürekli tatmak ister. Bunun yanında namaz ve oruç da ona çok ağır gelir. Öfke bu iki alanın çatışma noktasında, eksi-artı yüklü bulutların çarpışmasıyla şimşeklerin meydana gelmesi gibi, ortaya çakır. Nefis “lezzete devam!” derken, vicdanı, kalbi, aklı “Dur! Harama girme! Allah”ın yasağıdır,Cennet cehennem var!” der ve nefsine engel olan bu güçlere öfke duymaya başlar.

Engelleyici konum da olan anne-babalara karşı çocuklarımızın isyankarlık yapmaları, bazısının, hakaret edecek, reddedecek hatta hayatından silecek hale gelmesinin temelinde de benzer iç çatışmalarını görebiliriz.

Nefis hesabına insanın, kendini engelleyen varlık olarak Allah’ı, Peygamberi, Kur’an’ı, Dini görmesi durumunda, insanlık tarihi boyunca gözlenen inkarcılık kişiliği, bir öfke patlaması sonucu, oluşmaya başlıyor demektir. Öfke, öfke duyulan varlığın büyüklüğü oranında büyüklük kazanmaktadır. Ve Allah’ın gadabı daha çok bu tür inkarcı ve günahkar toplumlar üzerine olmuştur. Allah için ifade edilen “Gadap” kelimesinin, sadece bu ayette insanlar için genel olarak kullanılması da, inkar-günah-öfke ilişkisini göstermesi açısından dikkat çekicidir.

İnsanları öfkelerin oluşturduğu bunalımlardan ve depresyondan kurtarabilmek için, ciddi bir iç restorasyona ihtiyaç vardır. Öfke doğuran günah kaynaklarını tövbe ile kısırlaştırmak, boşlukları istiğfar ile kapatmak lazımdır. Maddi ilaçlar sinir sisteminde belli etkiler yapacaktır şüphesiz ama ruh, kendi gibi ruhî (ruhsal), ruhanî hatta Rabbanî ilaçlar ve tedavi yöntemlerinin uygulanmasını istemektedir. Nitekim ikinci ayet açıkça, günah karşısında Allah ile buluşmayı önermektedir.

Tövbe istiğfarla buluşmanın en sıcak ve duyguların yoğun olarak çimlendiği mekanlar, şüphesiz secde yerleridir. Öfkenin etkili ilaçlarından birisi de namaz kılmak, kılamıyorsa bile kılınan mekanda bulunmaktır veya seccadeye oturup öylece beklemektir. Psikiyatristler, öfkenin yol açtığı psikolojik rahatsızlıkların tedavisinde, terapi uygulamalarında hastasının, seccadesine oturup cenneti düşünmesini bile önerebilirler.

Seccadede bir ruh tamirinin yapıldığını söyleyebiliriz. Peygamberimizden sonra asırlarca, mescidler dünyaya ve bilimlere ait pek çok meselenin tartışıldığı ve çözüme ulaştırıldığı mekanlar olmuştur. Devlet idaresi ve savaş hazırlıklarının zihnî boyutu, cami ortamında (ki şadırvan suyunun ruha, cenneti anımsatan şırıltı seslerini duyurmasıyla) gerçekleştirilmiş, gökyüzünü gözleme yerleri bile cami kubbelerinde oluşturulmuştur. Bunlar, secde ile ruhta pozitif bir gerilim, zekada canlılık, duygu ve düşüncelerde, su gibi durulaşma meydana getirilmesi açısından konumuza uygun düşmektedir.

<span style="color:#ff0000;"><strong>3-HADİS-İ ŞERİFLERDE ÖFKE</strong></span>

a-Öfke kalpte bir kordur.

Bu ifade Peygamberimize aittir (age,16/373 ) Ayetlerde öfke için böyle bir tanımlama olmamasına rağmen, çehenne min öfkeyle yutkunması, çatlayacak hale gelmesi tasvirine denk düşmektedir. Demek ki insan mahiyetinde cehennemden bir kor çekirdek taşımaktadır. Öfke ile adeta bu çatla- makta, gelişmekte koca bir ağaç halini alabilmektedir. Her öfke, cehennemdeki ateş ağacını büyütmektedir.

b-Öfke, kötülüklerin anasıdır:

Peygamberimize değişik zamanlarda gelip, kötülüklerden uzak tutacak, cennete götürecek akılda kalıcı az ve öz amelin ne olduğu sorulunca “Öfkelenme!” şeklinde cevap vermişti (age.,12/107) Öncelikle Peygamberimizin bunu, “Öfke duygusunu yaşama! yok et!” anlamında değil, “Öfkenin emrettiği kötülükleri yapma!” anlamında söylemiş olduğu açıktır. Ayrıca tek kelimelik cevapla, psikolojik olarak insanın dikkati sadece öfke üzerine yoğunlaştırılmakta, dikkati dağıtacak başka konular gündeme getirilmeyerek, bu konudaki ciddiyet ve hassasiyetin dağılması önlenmiş olmaktadır.

Peygamberimizin tek kelimeyle cevap vermesi, muhtemelen, bütün kötülükleri sıralamamak ve hepsine işaret etmiş olmak için de olabilir. Öfke adeta bir kısır döngü başlatma düğmesi gibi, zincirleme duygu patlamalarına ve her duyguyla, o duyguya uyan bir günah işlenmesine yol açmaktadır. Bu halkalardan biri Anksiyete-sıkıntıdır. İnsanın öfkesi uzun süre gitmezse kalıcı bir stres ve depresyon oluşturabilir. Sıkıntı ise bilindiği gibi insanı efkar atmak için farklı günah yerlerine sürükleyebilir; içki, kumar, uyuşturucu, fuhuş gibi…Öfkenin tortusu olan sıkıntı böyle günahlar işletirse, öfke insana neler yaptırmaz ki!

Diğer bir halka, hınç, kin ve düşmanlık duygusunun oluşmasıdır ki, bunun sonucu intikam almaya, cinayete, hatta katliamlara kadar uzanabilir.

Öfke ile ağızdan çıkan bir kaç kelime yerinde eş boşattırırken yerinde insanı imandan da edebilmektedir. Kalp kırmalar ise olağan kabul edilir.

Bu gibi durumlara bakarsak, öfkeli insan adeta iki kolunu açıp, can ciğer iki dostunu kucaklamak istemektedir: Şeytan ve nefis!..

c-Öfkenin hayırlısı-şerlisi:

Peygamberimiz öfkelenenleri iki ana kategoride ele almıştır (ega.,16/373): Çabuk öfkelenenler geç öfkelenenler. Bunlar da ikişer gruptur. Bir kısmı çabuk sakinleşir bir kısmı da geç sakinleşir. Bunların en hayırlısı ağır öfkelenip çabuk sakinleşendir. En şerlisi de çabuk öfkelenip geç sakinleşendir. Karşımıza dört ayrı öfkeli insan tipi çıkmaktadır. Evimizde kullandığımız, diyelim; dört sıcaklık ayarlı fırınlar gibi. Mikro dalga fırın ölçümüze tam uymuyor. Uymuyor, fakat güzel ders veriyor; hızla üretilen ve hızla tüketilen teknolojimizi ve israf ekonomisini anlatmış oluyor. Önemlisi insanoğlu çabuk üreyip çoğalıyor fakat kitleler halinde çabuk da imha ediliyor. Herhalde çabuk öfkelenen ins şeytanlarının öfke ateşinin kurbanları oluyorlar!.. En ideal öfke tarzı, geç öfkelenmek fakat çabuk sakinleşmektir. Bu, yaratılıştan mizaç olarak da gelse, sonradan oluşturulmuş bir karakter de olsa, sonuçta duygu ve düşüncede bir kontrol, denetim ve yönetim söz konusudur. Öfkelenme-sakinleşme arası süre ve ortaya koyduğu olumlu-olumsuz sonuçları, o öfkenin hayır-şer oranının bir ölçümü ve göstergesi olmaktadır.

d-Gerçek pehlivan öfkesini yenendir:

“Güçlü insan rakibini yenen değil, öfke halinde kendini yenendir” (age.,16/105). Burda iki savaştan söz ediliyor. Dış mücadele, iç mücadele. Peygamberimiz bir sefer dönüşü: “Şimdi küçük savaştan büyük savaşa dönüyoruz! O da nefistir!” demişti. İnsanın en büyük düşmanı nefsidir, nefsin peşinden gölge gibi ayrılmayan şeytandır. Ve öfkenin merkez çekim gücünü de bu iki kutup oluşturmaktadır. Gözün gördüğü, renk renk farklı lezzetleri, maddi zevkleri, kısaca dünya güzelliğini de hesaba katarsak, insan, bir minderde üç rakiple yaka paça olmak zorunda. Dünya hayatının zevkini yaşayamamak bile insanın öfkelenmesi için yeterli bir sebeptir. Hazırlanamayan sofra aç insanı, uzun süren bir sohbet veya konferans sigara tiryakisini, işlerin kuyrukta bekleyerek uzaması evinde keyif çatmak isteyen kimseyi nasıl da kızdırır!

Bu ve benzer bütün durumlarda, dışı değil içi obje yapmalıyız. Mesela gözlerimizi kapayabilir, içimizle karşı karşıya kalabiliriz. Bizi öfkelendire- bilecek görüntüleri, bir an için görüş alanımızdan çıkarabiliriz. Kur’an zinaya götüren yollardan biri olarak gözleri görmekte ve sürükleyici görüntülere karşı kapanmasını istemektedir. Aynı taktiği öfke savaşımızda da kullanabiliriz ( 24/30). Bu strateji, bizi öfkelendiren bir insan için de geçerli olabilir. Yüzünü görmediğimiz bir insana karşı en azından öfke seviyemizi dondurmuş, önü alınmaz hale dönüşmesini engellemiş oluruz. Bu resmen bir pehlivan gibi nefse bir el-ense çekmek, şeytanı paçasından yakalamak gibidir. Bu, göz yumma hilesiyle hasımlarımızı tuş bile edebiliriz. Biz daima güçlüyüz…

e-Öfkeyi yok eden sırlı kelime:

Peygamberimiz, münakaşa eden, birbirlerine ağır sözler söyleyen ve öfkenin belirtileri yüzlerine vuran insanları görür ve şöyle der: “Ben bir kelime biliyorum onu söyleseydi bu öfkesi giderdi, o söz: Eûzü billâhi mineş-şeytânirracîm’dir.!”(age.,16/107) Şeytanın in- sanı etkileme gücünü ve yöntemlerini geçmiş konularda yeterince işledik. Allah, Nebisine hatta, deyim yerindeyse kendi ahlakına benzeyenleri sever. Şeytan da tabi ki kendine benzeyenleri..Öfkelenmeden önce bu konuyu ciddi olarak oturup değerlendirmeliyiz.

Ben öfkelendiğim zaman neye benziyorum.Ya da öfkelenen insanlara baktığımda ne görüyorum? İnsan hangi haliyle daha sevecen olmaktadır, hangi haliyle de daha ürkütücü ? Öfkelenince bir aynaya bir bakabilsek!..Ya da ayna yerine; biz öfkeliyken yüzümüze korku içinde bakan cefakar eşimizin ve masum yavrularımızın simalarına bakıp o ifadeyi bir okuyabilsek!..Vicdanımızı bir uyandırabilsek!..Onlara sarılıp koklayabilsek!..

Çirkinleşmeyi bilinçli olarak kimse istemez. Kurt adamlaşmayı hiç istemez. Şeytanlaşmayı asla!..Allah’ın güzel isimlerini yansıtan, Allah’ın kendi Cemalî elleriyle (Sad, 38/75) yaptığı, biçimlendirdiği, cennet tablosu bu yüzü, insan nasıl çirkinleştirir Allah aşkına!..

“Belli ki bir kısım çirkin ellerin bunda parmağı var.O eller kesilmeli!” demeli, kesmek için de her öfke halinde “Eûzü…çekmeli!”. Aslında insanın “Allah!” demesi yeterlidir. İnanan şuurlu insan, Allah’a ve O’nun Basar’ına rağmen öfkesini sürdüremez!…

Öfke halinde anında aklınıza gelecek böyle bir düşünce geliştirip zihin askınıza takabilirsiniz. Güzel yüzünüzün tebessüm eden dev resmini, hayal panonuza yapıştırabilirsiniz. Öfkelendiğinizde, simsiyah kirli bir elin o güzel resminizi çizmek üzere olduğu aklınıza gelir, anında sırlı cümlenizi söyleyerek onu kovabilirsiniz. Allah cemaline yakışır güzel yüzünüzü, öfke çirkinliklerinden korumak kesinlikle sizin elinizde! Ve dilinizdeki o sırlı kelimede!..

f-Öfke-şeytan-ateş-su ilişkisi:

“Öfke şeytandandır.Şeytan ateşten yaratılmıştır. Ateş ise su ile söndürülür. Öyleyse biriniz, öfkelenince hemen kalkıp abdest alsın!” (age.,16/106). Hadis öncelikle öfkenin şeytandan olduğunu açıkça belirtmektedir. Yukarda belirttiğimiz gibi, öfke zincirleme günahlara sebep olmakta, şeytanı memnun edecek sonuçlar doğurmaktadır. Burada şeytanın oyun ve hilelerinin bilinmesine bir teşvik hissedilmektedir. Şeytanı tanır, öfke üreten taktiklerini kavrarsak, ona göre tedbir alır, öfkenin önünü de kesmiş oluruz. Ayetlere dayanarak şeytanı ele almaya çalışmıştık.

Şeytan, Allah karşısında ateş kimliğine sahip çıkmış kibirle savunmuştu. Su katılmış balçıktan yaratılan Adem’den nefret etmiş, onu düşman ilan etmişti. Bu, suya yakınlığımız oranında şeytandan ve körükleyeceği öfkeden uzak kalacağımız anlamına gelir. Ayrıca abdest, kan dolaşımına ve sinir sistemine müspet etki yaparak öfkenin yatışmasında önemli rol oynamaktadır. Öfke duşu alabilmek de yararlı olabilir, bir bardak su içmek de…

g-Öfkenin bir ilacı, ortam değiştirmek:

“Biriniz ayakta iken öfkelenirse hemen otursun,öfkesi geçerse ne ¬âlâ, geçmezse yatsın!”(age.,12/106)

Öfkeli insan tipleri farklı olduğu gibi, onların öfkesini söndürecek yöntemler de farklı farklıdır. Değişik alternatifler üretilebilir. Mizaca göre en uygun yöntem belirlenebilir. Ortam değiştirme, ilgiyi ve uğraşı başka alanlara çekme, öfkeli insan için en pratik çözümlerden birisidir. Fakat yağmurdan doluya koşmamalı, günah ortamlarına dalmamalıdır. Temiz havayı derin solumak, beyne oksijen pompalamak yararlıdır. Kalbe ve zihne güzel düşünce zerk edecek ışık yüklü dostlar da güzel çaredir!..İnsan, insan psikolojisin den çabuk etkilenir. Kendinize mutlaka öfkesini kontrol edebilen dengeli, temiz dostlar edinmelisiniz.

<span style="color:#ff0000;"><strong>KUR’AN’DA ÜZÜNTÜ</strong></span>

Üzüntüler, insan ruhunu sıkan prangalar

Kur’an’da sıkça geçen ayette, mahşerde takva sahiplerine korku ve üzüntünün olmadığından bahsedilir (10/62-63). Bu iki duygu insanın mutluluğunun anahtarı gibidir. Cennetin güzelliği ve sonsuz lezzeti bu iki duygunun yokluğuyla daha iyi anlaşılacak demek ki. Dünyada bile, üzüntü ve korku insanın hayatında esas iki duygudur ki öfke dışında, hayatın tadını alıp götürmede, bu ikisinden başka güçlü duygu yok gibidir.. Öfkede bile bir çeşit sadist zevk vardır ve insan psikolojik olarak öfkeden bir avantaj sağlayabilir. Oysa bu iki duygu, tamamen insan psikolojisini kemiren iki virüs gibidir. Üzülmek, insanî bir ruh olayı olup, fizik yapımızda da etkisini göstermektedir. Ruhumuzun bütün mekanizmaları da bu olaydan etkilenmektedir.

Vicdan, ruhun içe dönük kalp yolculuğunun, irade de ruhun dışa dönük akıl faaliyetinin koordinatörleri gibidir. Ve ikisi arasında geniş bir işbirliği alanı vardır. Bilinçaltı bahçesi, hayal aynası ve insanın varlık kimliği diyebileceğimiz nefis, vicdan ve iradenin en çetin mücadele sahalarıdır. Bu üç stratejik bölgede şeytanın da gözü vardır ve ilk hücumlarını sürekli bu cephelerden yapmaktadır. O kadar ki bilinçaltı şeytanın sofrası, hayal ekranı onun uydu yayın üssü, nefis de baş konsolosu olabilecek durumdadır. İşte vicdan, irade ve şeytan güçlerinin, duyuları da kullanarak oluşturdukları farklı etkilerin sonucu; kalp, bilinç ve nefsin ortak kullanım malzemesi ve beslen me ürünleri olan, duygu ve düşünceler ortaya çıkar. İradenin son kararıyla da, beden davranışı olarak uygulanır.

İnsanı çözmek oldukça zordur. Çünkü Allah’ın bütün alemlerine ait özellikleri mahiyetinde taşımaktadır. Maddi yapısı itibariyle genel gen haritası yeni belirlenebilmiş olan insanın, ruh haritasını çizmek, duygu ve düşüncelerini kapsamlı bir şekilde okuyup psikolojik kesin çözümler üretmek kolay olmasa gerektir. Günümüzde, beyin zekasından sonra, duygusal ve ruhsal zekadan bahsedil mektedir. Bu, Peygamberlerin, ortaya konabilecek bütün zeka tanımlamalarını aşan Fetanet sıfatının gölgesi belki de kopyası olarak nitelendirebileceğimiz bir “Evrensel Zeka” ya doğru gidilmekte olduğunun ifadesidir diye düşünmekteyiz.

Biz, günümüzdeki yayınları takip etmekle birlikte, insanın psikolojik yapısını anlamayıp çözüm üretme noktasında Kur’an’ı çıkış noktası yapmaktayız. Bizzat Allah, Kur’an’ı, insan için bir şifa ve Rahmet kaynağı ve yol gösterici kılavuz olarak tanımlamaktadır (17/82;41/44). Bal için de şifa kavra mı kullanılır (Nahl,16/69). Son ayette ise, Kur’an’ın, çok boyutlu, etkili ve en kapsamlı şifa ve tedavi yöntemlerini özetle ortaya koymaktadır:

“Size Rabbinizden bir öğüt, kalplerde olan (hastalık) lar için bir şifa, müminler için çözümler sunan) bir yol gösterici ve (iki dünya mutluluğu veren bir ) Rahmet olarak gelmiştir” (10/57).

Ayet öncelikle “Ey insanlar!” diye başlayarak konunun evrenselliğine dikkat çekiyor. Ayrıca, öğüt, şifa ve rehber kelimeleri de artikelsiz (nekre) olarak zikredilmekle bir belirsizlikten söz ederek; yöntemi, zamanı, mekanı ve muhatapları en kapsamlı hale getiriyor.

İlk olarak, ayet, özellikle psikolojik rahatsızlıklarda ve insanlar arası iletişimlerde, muhat.

abın durumuna en uygun olan anlatım tarzını belirleyerek, duygusal yanını etki altında tutacak hikmetli sözler söylemeyi, “Öğüt” kavramıyla ele almaktadır. İkinci olarak duygu ve düşünce rahatsızlıklarını giderecek etkili bir tedavinin uygulanması gereğine vurgu yapılıyor. “Sadr”, kelimesi, kalp, göğüs, baş, başlangıç, güzel yer gibi anlamlara gelir.

Ayetleri incelediğimizde, Sadr içindeki şüphe ve endişeden, sıkıntıdan, vesvese verilmesinden söz edildiğini görüyoruz (7/ 2;26/13;114/5 ). Şüphe gerçekten, üzerinde durulması gereken psikolojik bir rahatsızlıktır. İnsan gerçekle mutlu olabilir. Herşeye şüphe ile bakan insan güçlü bir duygu ve düşünce girdabına kapılmış demektir. Bu ister, inançla ilgili olsun ister eş aldatmayla, ya da temizlik konusuyla ilgili olsun; Kur’an, kalpteki ve beyinde ki arızaya ve rahatsızlığa dikkat çekmektedir.

Aynı şekilde bir o kadar tehlikeli olabilecek bir duygu ve düşünce virüsü olan sıkıntıya da dikkat çekilmektedir. Bilimsel tedavi ve ilaçların yanında, kalbin Allah ile huzur bulabileceği konusunu hatırlatmak yerinde olacaktır. İlaçlar beyin hücrelerini nasıl etkiliyor iyileştiriyorsa, Kur’an da duygu ve düşüncelere öyle şifa sağlayacaktır.

<span style="color:#ff0000;"><strong>2-ÜZÜNTÜ DUYGUSUNU YÖNETME PRENSİPLERİ</strong></span>

Üzüntü, kaygı, sıkıntı ve sters gibi, insanı mutsuz eden duygulardan korunmak ve kurtulmak için şu hususlar yararlı olabilir.

a-Bunlar, bir ölçüde doğal karşılanmalı, birer psikolojik hastalık olarak görülmemeli ve o hale de getirilmemelidir.

Geçmişte de benzer üzüntüler yaşamışızdır ve hayatta gelecekte bizi üzecek daha pek çok olayla karşılaşabiliriz. Dünya hizmet yeri olduğu gibi hüzün yeridir de…Cennet ücret yeri olduğu gibi mükemmellik ve sürekli sevinç yeridir . Bu yüzden gerçek mükemmellik yeri olan cennette ancak bütün üzüntü, korku ve sıkıntılardan soyutlanmış olabileceğiz.

Kur’an, israrla inanan ve hayırlı işler yapanlar için, cennette korku ve üzüntü olmayacağını vurgular (2/38,62,262,274,2377; 5/69;6/48;7/35; 46/13) Her şeyin mükemmel olduğu bir yerde hiçbir şey mükemmel değildir. Her şeyin mükemmel olduğu yer cennet olduğundan dünyada bütünüyle hiçbir şey tam mükemmel olamayacak demektir. Kaldı ki hepimiz dünyanın zıtlardan oluşan bir dünya olduğunun bilincindeyiz. Soğuk-sıcak, tatlı-acı, karanlık-aydınlık, genç-yaşlı, iyi-kötü, şeytan-melek gibi…üzüntü-sevinç, kaygı-huzur, stres-mutluluk, öfke-neşe, sevgi-nefret vb duygu çatışmaları ve zıtlıkları da olacaktır. Önemli olan akıl ve kalbe yerleştireceği miz mekanizma ile, dengeli ve ölçülü davranmayı öğrenebilmektir. Kömür içinde elmas ararlar, üzüntü içinde saadet neden aranmasın?

b- Üzüntüyü gidermek için üzüntümüzü arttırabilecek hatta yeni üzüntü kaynakları oluşturabilecek yoğun çaba içine girmek de yanlıştır.

Kırık kolla kavga etmek yanlış olduğu gibi, üzüntü, üzüntü doğurmamalı acıyı arttırmamalıdır.Üzüntü ve stres derhal kontrol altına alınmalıdır. Peygamberimize,”inanmıyorlar diye,üzüntüden kendini nerdeyse helak edeceksin!”(18/6) uyarısı yapılmıştır. Buna göre, duygu ve düşüncelerin, insanın kendine zarar verebilecek hale gelmesine izin verilmemesini anlatmaktadır. Ayrıca buradan, gerçek üzüntünün Allah adına, insanlık hesabına çekilmesi gerektiği de algılanabilir.

c-Üzüntüyü giderip huzur duymak gibi olumlu bir sonuca ulaşmayı hedeflerken, kullanacağımız yöntemler de o güzel hedefimiz gibi güzel ve faydalı olmalıdır.

Bazı insanlar üzülünce, efkar dağıtmak için kendilerini içkiye, eğlenceye, haram ilişkiye verirler. Bu, tuzlu sudan yanmış insanın, içini dindirmek için deniz suyuna koşmasına benzer. Bu şekilde bilinçte geçici bir unutma ve duygularda oyalanma olsa da, bilinçaltımız üzüntü veren olayı ısıtıp ısıtıp önümüze sürecektir. Bataklığı kökünden kurutma gibi konuya esastan müdahale etmek gerekir.

Ayrıca günahlar asla üzüntü giderici ilaç olarak kullanılamaz. Çünkü üzüntü sadece beyin hücrelerini ilgilendiren maddesel bir olay değildir; o etkisini ruhta, vicdanda göstermektedir. Dert ruhsal olduğuna göre, uzman tavsiyesiyle gerekli ilaçları almanın yanında, tedavi, ruhsal vasıtalarda da aranmalıdır. İşte Kur’an’dan ilk öneri:”Sizin sıkıntınızı giderecek olan, Allah’tan başkası değildir (17/56), “Kalpler ancak O’nunla huzura erebilir” (Ra’d, 13/28). İlaçla tedavi de güzeldir, Allah’a yönelerek tedavi aramak da güzeldir. İkisi birden olursa daha da güzeldir.

d-Üzüntüyü gidermek için belli yöntemlere başvurmak bir çare olabilir.

Ancak esas olan, üzüntüyü gidermeye yoğunlaşmak kadar, huzur ve mutluluk verecek faaliyetler içine girmek, en az onun kadar önemlidir. Basitçe şudur: İnsan kainat kadar büyük olduğuna göre, kainatta cereyan eden müthiş hadiselerden etkilenmeden, onu uyum sağlamadan hareketsiz boş oturmak, evrenle olduğu kadar, ruhuyla, aklıyla, duyguları ve duyularıyla, mahiyetindeki potansiyel yetenekleriyle zıtlaşması anlamına gelir ki başlı başına bu bile, insanın sıkılması, üzüntü ve stresinin artması için yeterli bir sebeptir.

İnsanın eli bile boş durmak istemez, basitçe nesnelerle bile oynar. Bu durumda boş kalmaktan asla hoşlanmayan bilinçaltı ve hayal gücümüz rahat durur mu zannediyorsunuz? Ya bunlarla daima dirsek temasında bulunan nefis ve şeytan?..Yalnızlık ve boş boş oturma sıkıntıyı çimlendirir, sıkıntı ise günahlara yönelmek için hem önü alınamaz bir baskı yapar hem de nefis ve şeytan için bulunmaz bir bahane ve fırsat yerine geçer. Ve genellikle amaçsız, ortalarda tek dolaşanlar, hem iç hem dış şeytanlar karşısında kolay av olurlar. Çözüm basit: Kalk ve çalış!..

e-Üzüldüğümüz konuları zihnimizde ölçüp biçmeli ve benzer problemleri yaşayanlar hatırlanmalıdır.

Özellikle de kendimizi bizden daha kötü durumda olan insanların yerine koyabilmeliyiz. Üzüntü konularına yoğunlaşmak onun etkisini ve kalıcılığını arttırır. Üzüntüyü de paylaşmak gerekir. Kur’an’da bu konuda güzel ipuçları vardır. Bir ayet yaz sıcağından şikayet edenlerle ilgilidir. Bu sıcakta da sefere çıkılır mı deyenlere karşı “De ki cehennem ateşi daha sıcaktır!” (9/81). Yaz güneşinden bunalanlara güzel bir mesaj vermektedir. Diğer ayette de Allah verdiği nimetleri hatırlatıp ibret almaya ve O’nu tespih etmeye davet eder: “Dileseydik o yağmur suyunu tuzlu yapardık! Şükretmeniz gerekmez mi?”(56/70).Her su içişte şükretmek için zihnimizde oluşturacağımız bir düşünce olabilir.

Dünyada pek çok insan, hem sıcakta hem de tatlı suya hasret yaşayabilmektedir. Bir otobüs yolculuğun da, boş oturan insan lar sıcaktan of puf ederken, siz, güneşin, başını perde arasından içeri uzatıp, sizinle beraber kitabınıza göz vurduğunu, okumaya çalıştı ğını düşünüp tebessüm bile edebilirsiniz. Tebessüm etkili bir ilaçtır. Nedense en çok lazım olduğu yerde, üzüntülü halimizde onu kullan mayız…

Üç şerefeli minare örneği bu konuda zihnimizi aydınlatabilir, ruhumuza huzur kazandırabiliriz. Her insan, hiçbir şey değilken insan olarak yaratılır ve hayat merdivenlerinde Allah tarafından basamak basamak verilen nimetlerle yükseltilir. Kimisi ilk şerefede, bazısı ortadakinde, kimisi de en üst şerefede farklı derecelerdeki nimetlerle bırakılır. Bu durumda biz, orta yolu bulup, hayata denge içinde bakmak içinde kendimizi ortadaki şerefede düşünmeliyiz. Nimetler açısından, bizden az olanlara aşağıya bakmalıyız. Üzüntüler, yoksulluklar, hastalıklar vb. konularda da daima bizden fazla olanlara, yukarıya bakmalıyız. Ancak unutmamalı ki her teori ancak pratikle hayat bulur, anlam ve değer kazanır ve hedeflenen sonuca ulaştırır.

Bunan pratiğini yapmakta yarar vardır. Bir sıra dışılık yapıp üç şerefeli bir minareye çıkabilir misiniz? Çıkamasanız bile, mezarlıklar, hapishaneler, hastaneler, düşkünler evi, çocuk esirgeme kurumları, en azından mahallemizdeki bir hasta, yaşlı, yoksul bir insan ziyaret edilmelidir. Bu yaklaşım, şükretmeyi de beraberinde getirecektir. Şükür ise başlı başına bir ferahlık vesilesidir. Şükür huzuru da nimetleri de arttırır (54/35; 4/147), insanın gönlünü genişletir. Fakat gerçek şükrü eda edebilmek için, minare yolculuğu gibi, hayalen geçmişe bir tur düzenlemeli, bize peşin, karşılıksız bol bol verilen nimetler hatırlanmalı, sonra da geleceğe yönelip sonsuz cennetin bizim için hazırlandığını düşünmeli, çokça hamdetmeli. Bütün üzüntülerimiz, sıkıntıları- mız bu iki boyutlu ışık yolculuğu arasında sıkışacak, un ufak olacak, kaybolacaktır, kuşkunuz olmasın!

f-Üzüntünün sırlı bir ilacı da iyilik yapmak, burs, sadaka vb…vermektir.

Hz.Hamza şehit edilip parçalanmıştı, Peygamberimizin de yüreği parçalanmış ve çok üzülmüştü. Ayet geldi ve

“Sabret, üzülme, kaygılanma ve ihsanda bulun iyilik yap!” diye teselli etti. (16 /127-128) Üzüldüğünüzde mutlaka bir hayır işi yapın, sadaka verin. Sadaka, toplum anlayışı içinde olduğu gibi sadece yoksula ve dilenciye para vermek değildir. Peygamberimiz bu kavramı çok geniş olarak nitelendirmiştir. Yolda insanlara zarar veren bir taşı veya dikeni almak da, birinin üzüntüsünü giderecek birkaç tatlı söz söylemek de, eşimizin, arkadaşımızın içine huzur verecek bir tebessüm de sadaka sevabı kazandırır. İyilik adına sadece şu son üç minik hareket yapılsa bile üzüntünün nasıl dağılıp yok olmaya, yerini huzurun almaya başladığını göreceksiniz.

Cömertlik başlı başına bir üzüntü antikoru gibidir. Kalıcı bir üzüntü tedavisi gerçekleştirir. Veren elen daima üstündür. Vermek, insanı sevmek değer vermektir. Vermekle hem verende hem de alanda manevi haz veren duygu ve düşünceler ruhları sarar ve aralarında samimi bağlar oluşur. Karşılıklı sevgi ve saygı iletişimi gerçekleşir. Bunun sonucu yufka yüreklerde oluşan manevi antikorlar, üzüntü ve sıkıntı mikroplarını her seferinde boğar yok ederler. Cömertlik duygularıyla kundaklanmış ve dezenfekte edilmiş bir ruhta, üzüntü virüsleri, asla girebilecekleri bir boşluk ve vasat bulamazlar. Girmek isteyenler, yüksek fazilet basıncı altında anında yok edilirler.

g-Hem üzüntüyü hafifletecek hatta giderebilecek, hem de bizi sabır atmosferine sokacak güzel bir düşünceyi de şu ayette yakalayabiliriz:

“Eğer acıyıp da üzüntü ve sıkıntılarını giderseydik, nefis azgınlıkları artabilir ve iyice körleşirlerdi” (Müminün,23/75)”

Üzüntü, sıkıntı, kaygı, stres vb. duygular bıçak sırtı gibi bir durumla karşı karşıya bırakır insanı. Bu duygular insanı günahlara karşı da tetikleye bilir, hayırlara da vesile olabilir. Psikolojik rahatsızlıklara yol açabileceği gibi, tam tersine insanın ruhuna sağlık, dinçlik güç ve hareket de kazandırabilir. İnsanı bıkkın ve tembel yaptığı gibi, çalışması için bir kamçı, başarısı için bir motivasyon aracı da olabilir. Ve üzüntülü halimizde israrla ortaya koyacağımız eserler, ürünler, güzel çalışmalar ve başkasına yapacağımız iyilikler, hayat boyu ruhumuzda mutluluk verici anıya ve elemden lezzete dönüşecektir. Bu durumda biz, maddelerde ele aldığımız gibi bu duyguları olumluya kanalize etmeye çalışmak zorundayız. İradenin bu kadarlık kavgasını da verebilmeliyiz. Hemen teslim olmamalıyız.

Bu konuda ayet bize yeni bir bakış açısı kazandırıyor. İçinde bulunduğumuz üzüntü, sıkıntı ve stres durumu, bizim için Rahmânî bir frenleme mekanizması görevini yapmakta, daha çok üzüntü doğurabilecek durumlara karşı koruyucu kalkanımız olmaktadır diye düşünebiliriz.

Hastalık, kaza, bela istenmemelidir. Fakat bizi zevkler içinde günah bataklığına batıracak sağlık, neşe ve zenginlik, hiç istenmemelidir. Çünkü birincisi daha çok kısacık beden ve maddi dünyamızı ilgilendirirken, ikincisi sonsuz ruh hayatımızı tehlike içine atabilmektedir.

Bir insanın, planladığı haram bir işe giderken, arabasıyla küçük bir kaza yapması, o haram eylemi gerçekleştirememesi, kaderin şefkatli eliyle çarptığı tatlı bir tokat sayılabilir. Ve aklını başına getirmesi için, bir yardım eli olarak yorumlanabilir. Hasta yatağında bir insanın, değil olumsuz eğlence gecelerine katılması, ekmek ve sudan bile zevk alacak durumu yoktur. Fakat bu onun için bir kayıp mıdır, yoksa ayıp mı? Yoksa rahmetle başının okşanması mı? O an belki nefis, alışageldiği zevkler yerine acılar duymaktadır ağlamaktadır, fakat ruh, akıl, vicdan ve yüce duygular sevinmekte ve gülmektedir.

Kendi kendine konuşabilen insanlardan iseniz, sebebi ne olursa olsun, bir sıkıntıya ve üzüntüye maruz kaldığınızda şöyle diyebilirsiniz: “Ağla nefsim ağla! orda fena ağlatacaklar, orda ağlamamak için burda ağla! Sen burada ağla ki kalbim ve ruhum orda gülsün!”. Evet nefsin azgınlıklarına bir gem olması için, geçici olarak başımıza gelen her türlü üzüntüye karşı, bu gibi olumlu bir bakış açısı ve söylem geliştirmek de mümkündür.

h-Üzüntü, sıkıntı ve stres büyük buluşma için eşsiz bir fırsattır.

İnsan orta varlıktır. Tabiri caizse, üst varlık olan Allah ile alt varlık olan kendi dışındaki bütün varlıklar arasında kalır. Kalbi, vicdanı ve aklının, nefis ve şeytanının etkisiyle mekik gibi ikisi arasın da sürekli gelir gider. Bu düalite insanın ruhunu örseler, huzursuz eder.

Alt varlığa tam abone olanlar her konuda azgınlaştıkları için, henüz yuttukları günah balının içindeki zehirin etkisinin farkında olmayabilirler, üzüntülerini böyle geçiştirebilirler. Üzüntü, sıkıntı ve stres yaşayanlar aslında sevinmeliler. Çünkü alt varlıktan nispeten soyutlanmışlar, kendileriyle baş başa kalmışlardır. Bu Allah’a bir adım daha yakın oldukları anlamına gelmektedir. Bunu iyi değerlendirir, hüzünlü yüzlerini, ayçiçekleri gibi o nur kaynağına doğru çevirirlerse, “Rabbim! Ben geldim! diyerek kapının tokmağına dokunurlarsa; “Kulum!” sesini vicdanlarında duyacaklar ayette belirtildiği gibi, kendilerini keder yüklü karanlıktan, nur saçan aydınlığa çıkaracak dostlarını karşılarında bulacaklardır (2/257).

Psikodramayı bilir misiniz? Tiyatroyu, piyes izlemeyi sever misiniz? Ya da çoğu insanın müptelası olduğu dizileri izler misiniz? Hiç izlediğiniz bir sekiç gibi kısa oyunu evinizde aile fertlerinizle canlandırmayı düşündünüz mü?..Garip olurdu değil mi?..Oysa her gün belki her saat, zihnimizde, hayal perdemizde, bilinçaltımızda ne oyunlar sahnelendirmekteyiz…İçimizde diyaloglar yaşarız. Kendimize ve karşımızdakine roller biçeriz. İstediğimiz oyunu oynar ve oynatırız. Normal yaşamda söyleyemediklerimizi söyler, yapamadıklarımı zı doyasıya yapar, bizi üzen bir insana etmediğimizi bırakmayız.

Fakat bütün bu iç diyaloglar, geçici bir iç doyum yaşatsa da, aslında, özellikle süresini ve masumiyet sınırını aşınca, kendimizi olumsuz duygu ve düşüncelere programlama anlamına gelmektedir. Kur’an’da bu iç programlama örneklerini görmek de mümkündür. Mesela, Ebu Leheb ve karısı kendilerini tamamıyla ateş üzerine programlamışlardı. Kadın adeta ateş kesilmiş, saçlarını tarayıp örme yerine urgan örüyor, güzel mücevherler takası gerdanına asıyor ve gün boyu odun taşıyarak Peygambere geçit vermemek için ateşler yakıyordu. Zengin ve soylu bir kadının ayette dendiği gibi, Hamallık yapması, deliler gibi boynunda ip takıp toplum içinde dolaşması ne demekti? Kendini Peygamber düşmanlığına programlaması demekti…

Kadınlık aleminin iftihar tablolarından bir tanesi; Hacıların Hacı annesi, hepimizin anası, Hz.Hacer annemiz!..Kucağında ço cuk, çöl ortasında tek başına işi neydi? Hiç korku, kaygı, endişe ve üzüntü duymuyor muydu? Yavrusu susuz nasıl yaşayacaktı…Ama o, en zor bu durumda kendini salıvermedi, koştu, epeden tepeye koştu…Suyu buldu ve tek başına çocuğunu yetiştirirken, gelip yerle şenlere yardım ederek, organizatörlük yaparak, cihana bedel bir medeniyetin temellerinin atılmasında öncülük yaptı. O, yoklukta varlık gayreti gösterdi. Korkusunu, üzüntüsünü aştı, çölleri de aştı, medeniyet kuran bir kadın payesine ulaştı…Bu ne demekti? Peygamberi mize Mekke beşiğini, bir Nine kucağı gibi hazırlamaya kendini programlama demekti.

İster dış konuşmalarla isterse iç konuşmalarla, Hz.Meryem’in mabet köşesinde yaptığı gibi, dualar eder, secdeye kapanır, Rabbimizin karşısında diyaloglar oluşturabiliriz. Birbirlerine içlerini döken üzüntülerini paylaşan ve moral bulan samimi insanlar gibi, içimizi Allah’a açabiliriz. Bunu takviye için, hayat sahnesinde, bize manevi güzelliklerini yansıtacak temiz hakikat arkadaşları seçebiliriz. Bir taraftan Allah’a diğer taraftan Allah insanı insanlara göre hayat programlaması yapmak, üzüntülerin çekilmezliğinden kurtaracaktır.

i- Beyninizde Rahmânın elini, Kalbinizde Rahîmin kabzasını, hissetmek üzüntü ve stresi eritir.

Kur’an’da geçen el kavramı, kudret, rahmet, fazilet, hayır ve yardım gibi manalara gelmektedir. Allah Bir’dir, zıddı, eşi, benzeri yoktur, hiç bir varlığa muhtaç değildir, yoktan var ettiği sanatı cinsinden değildir; bu yüzden gördüklerimize benzetemeyiz. İnsanlar anlasın, yakınlık ve huzur hissetsin diye el kelimesi kullanılmıştır…

Aslında Allah’ın iki isminden bahsetmekteyiz. “Kâbıd” sıkan, daraltan, kalbi kabzası içine alan demektir. Kalp, aynı zamanda düşünür (bilinçaltı-bilinç ilişkisi gibi) beynin fonksiyonunu idare eder. İşte biz, kalbimiz sıkılıyor derken, bunun etkisini zihnimizde hissederiz. Bu durumda Rabbimizin duygu ve düşüncemize misafir geldiğini düşünerek, O’nun isminin tecellisine, parlak bir ayna gibi mâkes olduğumuzu düşünerek, hüznümüzü tebessüme çevirebiliriz. Gerçekten çok zaman geçmeden,“Bâsıt” isminin (Genişleten, ferahlatan, sıkıntıyı gideren) tecellisiyle yüz yüze kaldığımızı, yüzümüze bakanlar da hissedebilecektir. Şu söz ne hoştur!:”Lutfun da hoş kahrın da hoş!”..Allah’ın sonsuz. Rahmet denizinde, bizim günahlarımız da, üzüntülerimiz de erir gider! Ayetlerde belirtildiği gibi içimize ünsiyet ve huzur lutf eder…

k-“Allah’tan geldik ve ona döneceğiz” ayetini düşünmek, üzüntü ve stres veren şeylerin etkisini azaltır, bazen ortadan kaldırır.

Ölüm, hastalık, felaketler, kişilik ve aile sorunları, gönül meseleleri, ekonomik problemler, vb. ne olursa olsun, etkisi kalbimizde duygu, zihnimizde düşünce olarak bizi etkisi altına almaktadır. Bazen yakınlarımızdan bile duyduğumuz bir söz günlerce aklımızdan çıkmaz, kimisini yataklara da düşürebilir…

Bu söz de aynı kalbi ve zihni, en az onlar kadar neden etkisi altına alamasın ki?: “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn”(2/156) O’ndan geldik O’na döneceğiz. Bizce bunu düşünürken, sıkıntı ve üzüntü veren şey ne ise; yukarda diyalog önerisinde bulunduğumuz gibi, onunla bire bir konuşmalısınız da: “Rabbimin emriyle geldiysen hoş geldin sefâ getirdin. Biliyor musun ben de ondan geldim! Beni O’na götürmeye mi geldin? Ama bil ki O’nun emri izni ve isteği yoksa, sana paçamı kaptıracak teslim olacak değilim, dimdik ayaktayım ve iyi bir insan olarak çevreme hep iyilik yapmaya kararlıyım!”.

Bu arada dudağınızın bir kenarına bir de bir hüzün tebessümü kondurmalısınız! Hüznünüz, Rabbe iştiyakınızı, tebessümünüz de başınızdaki bütün sıkıntıları temsil etmeli. Ve her üzüldüğünüzde, sıkıldığınızda (tebessüm repliğinizle) bu düşünce ve davranış şeklini mutlaka ama mutlaka tekrar etmeli ve değişimi görmelisiniz.

Üzüntü veren her belaya tevekkül etmeli, feryat etmeyi bırakmalı. Çünkü feryat etmek, bunalımlar yaşatır, belayı ve stresi arttı rır. Huzur ve sefa bela ve sıkıntı vereni bulmakla kazanılır. Hüzün veren şeyin yüzüne gülmeli ki, o da gülsün, küçülsün, huzura dönüş sün ve yüzümüzü de güldürsün! Biz sıkıntının yüzüne güldükçe o da küçülür, değişir o da güler. Eğer siz gülemiyorsanız, gülmenin hayır lısını bilen bir dostunuzla görüşmelisiniz!..

l-Üzüntü ve sıkıntılar bazen bir ikaz ve peşin ceza olarak da değerlendirilebilir ve bu, günahlardan kaçan insanlarda da olabilir.

Alıştığımız bir ibadeti, okumayı veya bir iyiliği aksattığımızda, görev olarak verilen bir bilgiye hizmet çalışmasını veya sosyal faaliyetimizi, ihmal ettiğimizde, bazen de ben de artık dinleneyim deyip, tenperverlik yaparak rahatımızı düşündüğümüzde, bir şefkat tokadı gibi, bu tür sıkıntı ve üzüntü veren bir olayla karşılaşabiliriz, ya da durduk yerde çokça sıkılabiliriz.

Rabbe teveccühden, hatalarımızdan dönmekten ve iyi işlere yönelmekten başka çare yoktur. Bu durumda üzüntü ve sıkıntıyı, ekolojik dengenin sağlanması gibi, ruh atmosferimizdeki dengenin bozulmasına karşı bir düzenleme ve denge kazandırma durumu olarak da değerlendirebiliriz. Bazen kendimiz de, aşırı gülmelerimiz karşısında, kalbimiz adına kendimize gelir ve “Estagfirullah ya Rabbi!” diyerek durumumuza tepkimizi gösteririz.

Bu, yaklaşım şekli Kur’an’da vurgulanır. Önceki milletlere doğru yoldan yan çizdikleri durumlarda; fakirlik, hastalık ve çeşitli sıkıntılar verilmiş, uyarılıp, dönüş yapmaları için mühlet tanınmıştır. Dönenler kurtulmuş, dönüş yapmayanlar da cezalandırılmışlardır (7/42).

Üzüntü, üzüntüye sebep olan yollarla çözülebilir. Üzüntünün sebepleri aynı zamanda onun çaresi de olabilir. Boş boş oturmak, hayalde tiyatro diyalogları geliştirmek insanı hep avutamaz, bazen de zarar verebilir. Zihin meşguliyetten sınırsız zevk alır. Ve bizim üzüleceğimizi de pek düşünmez. Kendimizi üzmemek için, zihnimizi yararlı rutin faaliyetlere alıştırmalıyız. Haftada iki üç dost sohbeti ve çay toplantıları düzenleme, ihtiyaç sahiplerine malzeme taşıma gibi…İnsanlar eğlence geceleri düzenlerler de üzüntü gecesi hiç düzenlenmez. Oysa haftada bir kaç hüzün gecesi yararlı olabilir. Tabi ki bu, gelin üzülelim anlamında değil, gelin ruhumuza, kalbimize, aklımıza gıda sunalım, enerji yükleyelim de üzüntülerle baş edebilecek donanıma kavuşalım anlamına gelmektedir.

m-Sıkıntı ve üzüntü aslında ruhun doğal tepkileridir.

Mevlana’nın Ney’i gibi inlemesidir. Aç kalan bebeğin ağlaması gibi ihtiyaç feryatlarıdır. Ruh, ruhlar aleminden gelmiş bu ten kafesine hapis olmuştur. Bedenin ihtiyaçları gibi onun da ihtiyaçları vardır. Manevi gıdası ihmal edilince, üstelik sadece beden zevkleri altında ezilince, huysuzlanmakta, bu da bedene sıkıntı olarak yansımaktadır. Hem ruhlar alemine duyduğu özlemini hem de ruhsal ihtiyaçlarını, bu sıkıntı iletileriyle dile getirmektedir.

Ruh, bazen kalbimizin güvercin kanadına benzer şekilde pır pır etmesi ve titremesi gibi, tepki mesajlarını böyle sıkıntı ve üzüntülerle iletmektedir. Bu tepkisini susturmak için, denize koşar gibi günahlara dalmak, onu boğarak susturmak anlamına gelir. Çözüm, ruhumuzun gerçek hasretini dindirecek ve ihtiyaçlarını giderecek okumalara, dinlemelere, ibadet, dua ve hizmetlere yönelmektedir. Beden dilimizi çözmeye çalışan kitaplar olduğu gibi davranış bozukluklarını inceleyen ilim adamları da vardır. Ruh dilimiz de iyi irdelenir, dili çözülmeye çalışılırsa, psikolojik pek çok rahatsızlığın tedavisinde de büyük kolaylık sağlanmış olacaktır. Çalışmamızda ayetleri ön plana getirerek, ruhu konuşturmaya çalışmaktayız aslında!..

n-Üzüntün, sıkıntı ve stresin üstesinden gelmenin belki de en kalıcı ve etkili ilacı namazdır diyebiliriz.

Sebebine gelince, bizce üzüntü ve sıkın tının en etkili ve kalıcı sebebi günahlardır. Namaz ise bu olumsuz duygu ve düşünceleri üreten bataklıkları kökünden kurutma eylemidir. Ayetlerde sıkça geçen Takva, genel anlamda Allah’ın emirlerine uymak yasaklarından kaçmak olarak özetlenebilir. Bu bir insanın sürekli olumlu duygu, düşünce ve davranışlar içinde olduğu, olumsuz duygu, düşünce ve davranışlardan uzak kaldığı anlamına da gelebilir.

En basit örneğiyle namaz, ayetin ifadesiyle insanı her türlü fuhuştan ve kötü görülen şeyden uzak kalmaya alıştırmaktadır (29/45). Her gün en azından 5 kez insan, elini kolunu, ayağını, dilini gözünü kulağını kötülüklere karşı bağlamaktadır. Duygu ve düşünce olarak da insan namazda kötülüklerden arınır. Namaz esnasında kötülük yapamayan insan her gün beş zaman diliminde bunu tekrar edince,bu bir alışkanlık haline gelmekte ve namaz sonrasında da etkisi devam etmektedir. Benzer olayı oruç da gerçekleştir mektedir. Böyle ruh eğitimi almış, duygu ve düşüncesi ve organları üzerinde denetim sağlamayı öğrenmiş insanın, üzüntü ve sıkıntı duygusu üzerinde disiplin sağlaması da kolay olabilecektir.

o-Üzüntü ve sıkıntının, diğer ilacı duadır. Namaz gibi etkilidir.

Hatta bazen namazdan öndedir. Çünkü insanlardan uzak, çoğunlukla tek başına Allah ile baş başa iken içten yapıldığından halis bir ibadet sayılır. Olumsuz duygu ve düşüncelerin ruhta meydana getirdiği arızaların giderilmesinde de çok etkili olur.

Dua vücuttaki rejenerasyon sistemini harekete geçirebilir. Özellikle kalp ve vicdan merkez üstünde istemenin ve israrla yapılan duanın, evreni aşarak titreşimler meydana getirmemesi, varlığımızda bir değişime yol açmaması mümkün değildir. Bunu bir de, cehen nem alevlerini söndürecek güç-te görülen göz yaşlarıyla taçlandıranlar, duanın etki gücünü çok iyi anlayacaklardır. Peygamberimizin bu konuda çokça ettiği bir duayı tavsiye edebiliriz:

“Allahümme innî eûzü bike minel-hemmi vel-hazeni ve eûzü bike minel-acezi vel-keseli ve eûzü bike minel-cübni vel-buhli..”

“Allahım, tasa ve hüzünden, acizlik ve tembellikten, korkaklık ve cimrilikten sana sığınırım”.

Evet, üzüntü, korku, psikolojik rahatsızlıklar ve ilacı: Cömertçe malla ve canla dış aksiyon!..Ve iç aksiyonu ibadet ve dua!..

<span style="color:#ff0000;"><strong>3-ÜZÜNTÜ PENCERESİNİ DEĞİŞTİRMEK</strong></span>

Üzüntü ve sıkıntınızın ismini değiştirerek, yeni olumlu bir isim takmanız ve farklı bir pencere açıp yeni bir çerçeve oluşturmanız da etkili olabilir Bu ve benzeri pek çok yöntem, kişisel gelişimle ilgili kitaplarda önerilmektedir. Aklın belirledikleri Kur’an’a uyuyorsa, uyuyordur, baş-göz üstü demek lazımdır. Aslında akıl, Kur’anca düşünsün diye vardır. Bilmeyerek de olsa pek çok akıl Kur’an gibi düşünebilmektedir. Ve önerdikleri de Kur’anî öneri olarak alınabilir. Şaşmayan akıl, karanlıktan çıkıp, vahyin ışığında yürüyen akıldır. Sıraladığımız maddelerde de görüldüğü gibi, konu, içinde bulunduğumuz halden uzaklaşmak, yeni bir duygu ve düşünce atmosferi hazırlamak, farklı bir pencere açmak, farklı moda atlamak, duruma yeni bir renk ve anlam kazandırmaktır.. Bu konuda Kur’an’dan bir-iki örnek verelim.

a-Sekîne penceresi oluşturmak:

“Üzülme dostum! Allah bizimle beraberdir!”…”Allah da sekîne indirdi…”(9/40)

“Sekîne”, duygu ve düşünce huzuru ve güven anlamına gelir. Hicret sırasında, mağarada iken Hz.Ebu Bekir”in Peygamberimizle ilgili olarak endişe duyması, üzülmesi ve kaygılanması sonucu, Peygamberimiz bu sözü söylemiştir. Böylece de Kapkaranlık mağarada, iç dünyasını aydınlatacak ve psikolojik durumunu değiştirecek yepyeni bir pencere açmış olmaktadır. Bu aynı zamanda yalnızlık duygusunu da giderecektir. Çünkü yalnızlık hem sıkıntının artmasında hem de sıkıntıdan günahlara atlamada kolaylık sağlayan riskli bir durumdur.

Allah ile beraber olduğumuzu normalde biliriz; fakat bilinçaltımız bunu bilmez, nefsimiz hatırlamaz, şeytan zaten hatırlanmasını hiç istemez! Allah beraberliği vurgusu ile hem vicdan uyarılmakta, hem de irade etkinleştirilmektedir. Bu iki dev güc, işbirliği ile, anında olaya müdahale etmekte, duygu ve düşünceye acil müdahale yapmaktadır. Yanlış algılaması sonucu, panik haline girmiş bir insanın, gerçeği öğrenince sakinleşmesi gibi…Acaba Allah (C.C.) kadar varlıkta başka bir gerçek var mıdır? Ve O’nu hatırlamak kadar insana sekîne yani iç huzuru ve güven veren ikinci bir etkili hatırlama şekli belirlenebilir mi?

Yalnızlık insan için ciddi bir handikap olmakla beraber mükemmel bir fırsattır da. İnsanlar içinde, dünya işlerinin boğuculuğu altında insan, çoğu zaman kendini obje yapamaz, Allah beraberliğini yakalayamaz. Bu durumda yalnızlık bir nimettir. Yıldızlar, hep yalnızlara kalırlar. Çok uzakta da olsalar!..Rabbimiz ise insana çok yakındır. Gönül semamızın yaldızlanması için bu yalnızlığı ganimet bilmeli, hüznümüzün hedefine Allah’ı koymalıdır.

O, hüzün kaynağı değildir, O’ndan uzak kalmak, işte esas hüznün kaynağı budur. Işık kaynağı Vahiy mağaradan parlamıştı. Her sıkıntı karanlık bir mağara psikolojisi yaşatabilir. Bunu, içi sekîne ve huzur dolu, kutlu ve nurlu bir mağaraya çevirmek elimizdedir. Güneşlerle gecemizi aydınlatan Yaratıcımız, kendisine teveccüh edildiğinde ruhumuzdaki karanlıkları da aydınlatacaktır.

b-Geçmiş ve gelecek pencerelerini boyamak:

Kur’anı incelersek, büyük bir bölümünde insan ve evrenin var oluş sahnelerinden, tarihe açılan sayfalardan, kıyamet öncesi ve sonrası olaylardan bahisler açtığını görürüz. Bunun yanında, insanın vicdan ve irade mekanizmaları başta olmak üze re, kalp ve akıl cephesinden, duygu ve düşüncelerinden, önemli bir potansiyel olarak da nefis ve kaprislerinden söz ettiğini fark ederiz. Kur’an’da ayrı ca verilen misaller ile doğa olayları, kıyamet, cennet cehennem konularındaki canlandırmaları ve tasvirleri çok dikkat çekicidir. Kur’an’ da geleceğimiz hak- kında pencereler açılmakta ve o pencerelere uyan renkler kullanılmaktadır. Bugün bilgisayar dünyasında renklerin önemi büyüktür ve bir kaç tuşla bambaşka renklendirmeler yapılabilmektedir.

Renk kavramı Kur’an’da “Allah boyası” olarak, bir ayette iki kez geçer (2/138) Ve en güzel boya olan Allah boyası ile boyanmamız istenmektedir. Bu boyaya tabi ki fıtrat, iman, ibadet, hayırlı işler ve ahlak güzelliği olarak anlam verilebilir. Allah’ın güzel isimlerinin bütün varlığımızda tecelli etmesi adeta bize sanatlarının fırçasını vurması olarak ya da bizim de o güzel isimlerle ahlaklanmamız, meca zi olarak boyanmamız şeklinde de yorum yapılabilir.

Kur’an ayrıca Yahudilerin kurban olarak kesecekleri sığırın farklı renklerinden (2/68,69), ibret için yaratılan insan renklerinden (Rum,32/22), hayvan ve bitkilerin renklerinden (16/13;35/27-28;39/21) ayrıca yolların (35/27) ve balın renginden (16/69) söz etmektedir. Bunun dışında zihnimizde renk imajı uyaracak tasvirler sıkça görülmektedir. Özellikle cennet nimetlerinin anlatıldığı ayetlerde bu daha bir belirgindir.

Biz de Kur’an’ın bu yönteminden yararlanarak, hayal tuvalimizde tablolar oluşturabilir, bilinçaltı sahnemizde dilediğimiz dekoru düzenleyebiliriz Bilincimiz ve vicdani duygularımız protokolde bunları izler ve etkilenirler. Tıpkı rüyalarımızda etkilendiğimiz gibi. Bir farla ki hayatımızı doğrudan etkilerler.

Biz “Şeytan Boyası” kavramını kullanmayı da gerekli görüyoruz. Renkler günahsızdır.Güzel amaçlar için yaratılan güneş ananın masum yavruları olarak ruhumuzda coşku oluştururlar. Burada renklerin hangi amaçla kullanılacağı önem kazanmaktadır kuşkusuz. Kısaca renkler şeytanın ve onun temsilcisi haline gelmiş nefsin günah duygularına hitap ediyorsa, masumiyetlerini yitirmiş, kötüye alet edilmiş olurlar. Fakat renkler iman gözlüğüyle izlenirse, Allah’ın sonsuz güzelliklerine açılan müthiş bir gök kuşağın penceresine dönüşürler. Demek ki renkleri Allah boyası haline getiren tılsımlı dürbün, iman dürbünüdür…

Şimdi size üzüntü ve sıkıntı veren geçmiş gelecek ne kadar olumsuz pencere varsa, hepsini tıklayarak seçebilirsiniz, otomatik iman fırçasıyla üzerlerinden geçerek, bir anda tamamına, seçtiğiniz rengi verebilirsiniz. Eğer geçmişe ve geleceğe iman nazarıyla bakılmazsa, karamsarlık olur, sıkıntı artar. Sözgelimi bugün çok neşeli bir gün geçirdiniz diyelim, akşam geçmişe ait bir kederinizi, ya da gelecek bir endişenizi hatırlar ve üzerinde israrla durur, üfler şişirir, dert haline getirirseniz; o gün yaşadığınız bütün renkleri tek bir siyah renkle boyadınız, anlamsız hale getirdiniz demektir. Kur’an boyasını elimize alma, sınırsız katalogundan mutluluk renklerini seçme ve bilinçaltı ve nefis arka planını da, kalp ve bilinç koruyucuyu da bir güzel boyama zamanıdır! Unutmayınız, günler geçer, ömür biter, renkler solar, ama imanımız hep aynı canlılıkta, tazelikte ve güçtedir, inancın renkleri asla solmaz!..

c-İki yönlü kaynak araştırması yapmak:

İlki önümüzde ve içimizde bulunan üzüntü kaynağını inceleyip, bunun hiç de üzüntüye değecek bir şey olmadığının farkına varmak demektir. Bu, aslında dünyayı ve dünyalıkları taparcasına sevmenin tabii bir sonucu sayılabilir. İnsan çık sevdiği ve ulaşmak istediği bir şeyi elinden kaçırınca ya da erişemeyince doğal tepki olarak üzüntüye gömülür. İnsan düşünürse, önünde ve elinde parlayıp duran cam parçalarının yalancı parıltılarını delicesine sevmeye ve ölürcesine kaygı duymaya layık şeyler olmadığını, bir gün zaten hepsinin elinden gideceğini fark ediverir. Böylece üzüntüsü en azından hafifler ve zamanla kaybolur.

İkincisi bundan daha önemli ve etkilidir. Bu yöneliş esas ışık kaynağına, güç ve bereket pınarına yönelmek onu farketmekle gerçekleşir. İnsan benim sevdiğim ve bağlandığım her şeyin hakiki sahibi var, bana sıkıntı ve üzüntü veren her olayın bir yaratıcısı ve yöneticisi var der huzur bulur. Öte yandan kendi iradesini ve duygularını yanlış yönde kullandığınını muhasebesini yaparak her sıkıntıyı aşabilecek güçte olduğu bilincine varır ve bu önemli iki kaynak düşünceye kendi aksiyon gücünü de ilave ederek bütün üzüntü kaynaklarına karşı kendini güçlendirmiş olur.

<span style="color:#ff0000;"><strong>4-ÜZÜNTÜ VE SABIR GÜCÜ</strong></span>

Üzüntü ve stresin en etkili çaresi sabır gücünü kullanmasını öğrenmektir. Allah hiçbir insana gücünün üstünde sorumluluk vermez, yapamayacağı ibadetleri de, kaldıramayacağı sıkıntıları da yüklemez (2/286). Bunun yanında sabırla sınanmak için, farklı şekillerde üzüntü ve sıkıntıya maruz kalacağımız da belirtmektedir (2/155;47/31).

Sabır gücünün farkına varmak için geçmiş ve gelecek ilişkisini iyi kavramak gerekir. Bu psikolojik bir hazırlık aşamasıdır. İnsanın bir yanılgısı, geçmiş ve geleceği nerde ne zaman düşünmesi gerektiğini bilememesidir. İçinde bulunduğumuz ruh hali neyi gerektiriyorsa, o akışa kendimizi salıp, geçmiş ve gelecek korku ve endişelerin, ya da zevk veren anıların hayallerin içine dalar gideriz. Sonra da kalkıp bu hayat çekilmez deriz!

Oysa sabır gücümüz, her bulunduğumuz an için yeter de artar bile. Şu an oturup geçmişte yaşadığınız diş ağrıları için kendi kendinize eziyet çekmeniz akıllıca mı? Öte yandan dişiniz ya da bir başka uzvunuz yarın öbür gün veya ileriki bir tarihte yine ağrıyabilir diye üzülmek, ağlamak, doğru mu?..

Demek ki biz, aslında üzüntü ve stres yaşarken, çoğunlukla, olmuş bitmiş ya da hiç olmamış, günlerin ve olayların hayali ağırlığını da getirip bugünkü yaşantımızın üstüne ekliyoruz. Ve bunca ağırlık karşısında doğal olarak boşa üzüntü ve sıkıntı çekiyoruz.

Bu, elimizdeki büyük sermayeyi birkaç günde çarçur edip, eli boş ortada kalmamız gibidir. Bir komutanın, evhama kapılıp askerlerini sağa sola dağıtarak, merkezi zayıf bırakması ve hücumlar karşısında dağılması gibidir. Aslında boş kuruntularla psikolojik yapımızı zayıf düşürüyoruz, kendimizin mağlubu kendimiz oluyoruz. Sabır tılsımına gerçekten sahip olan bir insan, iç dünyasının zenginliğine göre, bu sırra eremeyen iki insanla on insan arası sabır gücüne sahip olabileceğini bile söyleyebiliriz (8/65).

İman sonsuz sabır demektir. İman gücüne dayanan, sınırsız sabır kapısını açmış demektir. Çünkü 70 yıl yaşayıp ölen Müslüman sonsuz cenneti kazanır. Çünkü 1070 yıl da yaşasaydı bu imanında sabırla, sebat edecekti. Sonsuz sabır niyetiyle, sonsuz cenneti kazanmış olacağız.Hem sonsuza gidecek olduktan sonra, 70 yıllık sabır da nedir ki!..Hayal terazimizin bir kefesine 70-8- yılı diğerine sonsuz yılları koysak, bilincimiz ne derdi acaba?

Sabır her şeyden önce Allah beraberliğini (2/249; 8/46,66) sevgisini (3/146) hayrını (16/126) yardımını (2/153) hesapsız cennet ücretini bize (39/10) kazandırmaktadır.

Kur’an’da sabırla imtihan olacağımız özellikle belirtilir (2/155;47/31). Hatta şu ayet konuya farklı bir ciddiyet ve hassasiyet kazandırmaktadır:

“İnsanlar, imtihanlardan geçirilmeden, sadece iman ettik demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar? Öncekileri de imtihandan geçirdik. Allah doğruları ve yalancıları ortaya çıkaracaktır” (29/2-3). Doğru insanlardan olmaya çalışmak ve doğruluk yolunda sabretmek hayat amacımız olmalıdır.

Sabır gücü kazanmamızda Peygamber hayatları son derece etkili olabilir, sıkıntılarımız karşısında ciddi güçlü moral takviyesi yapabilir. Hükümdar olan, insanların dışında, şeytanlara, cinlere ve bilinemeyen yaratıklara bile hükmeden ve sınırsız servet sahibi olan Hz. Süleyman da ciddi hastalıkla sınanmış, Hz.Eyyüb yıllarca hasta yaşamıştır(38/34,41). Hele 950 yıl insanların hidayeti için çırpınan ve onlardan gelen her sıkıntıya katlanan Hz.Nuh, bu konuda sıra dışı denilebilecek bir örnek teşkil etmektedir(29/14). Demek ki Allah sevdiklerini sıkıntılarla dünyaya değil kendine bağlıyor!..

Hz.Yakub’un sabır konusundaki yaklaşımı da bize çok şey kazandırabilir.

Çocukları, çekemedikleri Yusuf’’u kuyuya atmışlar, kanlı gömleğini getirerek, kurt yedi demişlerdi. İlerde bu hasretten gözlerini de kaybedecek olan Hz.Yakub şöyle der: “Güzel bir sabır dan başka yapacağım bir şey yok! Bu durumda yardım edecek ancak Allah’dır” (12/18). Yıllar sonra en küçük oğlu Bünyamin’in Mısır’ da bırakılması karşısında da aynı sözleri, şu ilave ile söyler: ”…Ümit ediyorum ki Allah onu bana getirir, O ilim ve hikmet sahibidir ” (l2/83).

Burda, sabırla Allah’a tevekkül ettikten sonra, ümitsizliğe düşmeme ve Allah’ın yaptığında hikmet arama gibi bir pencere açılmakta,farklı bakış açısı getirilmekte; dolayısıyla sabır gücü yerinde ve etkili biçimde kullanılmış olmaktadır. Sabır duygusuna da “Güzel” sıfatıyla ayrı bir anlam kazandırılmaktadır. Allah ile beraber olma, insana sabrın en güzelini kazandırmaktadır.

<span style="color:#ff0000;"><strong>5-SABIR GEREKTİREN 6 ANA KONU</strong></span>

Kur’an’da sabırla sınanacağımız şu beş konu üzerinde durulur.

a)Allah’ın emirlerine karşı sabır.

En başta Allah’a iman ve bunun sonucu başa gelebilecek her sıkıntıya, namaz ve oruç ibadetine, ibadet kadar önem verilen savaş zamanı düşmanla, barış zamanı cehaletle mücadeleye sabır gelmektedir. Diğer ibadetler ve güzel ahlak ilkelerine uyma da bu cümleden sayılabilir. Namaza ve oruca katlanabilen bir insanın katlanmayacağı sıkıntı olamaz.

b) Allah’ın yasaklarına karşı sabır:

Hırsızlık, fuhuş, içki, kumar yalan, gıybet, israf gibi günahları işlememeye karşı sabır. Ruh, vicdan, kalp, akıl ve mantık gücüyle; şeytandan gelen vesveselere, nefsimizden gelen kötü arzulara karşı gösterilen direnç ve mücadelede sabırla sebat etmek gerekir. Haramlardan uzak kalan insan, yüzde elli üzüntü ve stres kaynaklarını kurutmuş sayılır.

c) Felaketlere,hastalıklara ve her türlü üzüntü ve sıkıntı veren olaylara karşı sabır.

Yaşlanarak yatağında değil de, sıra dışı ölümle ölenler manevî şehit sayılır, deprem ve yangında mal kayıpları sadaka hükmüne geçer.Günahların da affına vesile olur. Hastalık, olmuş meyvaların dökülmesi gibi günahları döker. Ayağa batan diken, başa giren ağrı bile bazı günahlara kefaret olur, ve insanın manevî derecesini yüceltir.Çoğu üzüntü kaynağımızın aslında sevaplar ve avantajlarla dolu olduğunu görebiliriz.

d) Allah rızasını kazanmak ve insanlara yararlı olmak amacıyla, hayat boyu, fedakarca ve çilelerle yapılan her iyilik ve hizmetlere devam etme de sabır.

Bu çok önemli bir konudur. Burada arkadaş, dost, toplum, milletler çapında bir hizmet söz konusudur. Büyük işlere soyunan insanlar, baştan niyetleriyle büyük sorumluluk ve güç yüklenmiş sayılırlar, her üzüntüye karşı adeta manevi bir bağışıklığa sahiptirler. İhlasla, karşılık beklemeden, millet hizmetinde koşturan insan, kendisini başkalarının üzüntülerinin giderilmesine vakfettiği için,hayatın kendisine getirdiği her çeşit üzüntüyü zararsız bir şekilde kolayca atlatabilir. Aslında milletinin derdi kendi dertleri ni unutturur.

e) Zamana karşı sabır.

Bir ağacı dikeriz fakat meyvası için bekleriz. Allah’ın tabiat kitabında yazdığı bu gibi gelişim kanunlarına, insanlar arası ilişkilere ve toplumsal olaylara uyum sağlamada insan genellikle aceleci davranır. Hemen diplomaya ulaşmayı kısa zamanda çok kâra geçmeyi, bir koltuk kapmayı, ilk seçimde iktidarı ele geçirmeyi, ülkece derhal zengin olmayı isteme gibi. Hayat, bütün olaylarıyla böyle süreçler yaşatır bize.Ve bu bazen senelerce sürecek bir sabır anlamına da gelebilir. Nuh Peygam berin bin senelik tebliğ hayatına nasıl sabrettiğini bir düşünelim!.. İnsan bilinçaltını da bilinç üstünü de, kalbini vicdanını da buna ikna etmeli, iman gücüne dayanarak, bütün ruhuyla hayatın sıkıntılarına dayanıp, iyi yolda mutlaka başarılı olacağına kilitlenmelidir.

Üzüntü ve stresin hayatımızı olumsuz etkilememesi için mutlaka çareler aramalıdır. Doktorlara gidilmeli, kitaplar okunmalı, seminerler takip e- dilmelidir. İbadet yapılmalı, dualar edilmelidir. Ancak, kalıcı ve etkili bir sonuca ulaşmak istiyorsanız, yukardaki beş maddeye uyum içinde, dengeli ve ölçülü bir hayat yaşayan insanları arayınız, onların akışıyla akınız, koşuşlarıyla koşunuz, soluklarıyla yaşayınız. Onların sevinç ve üzüntülerini, prensip ve ideallerini paylaşınız. Kendinizdeki gerçek değişimi kısa zamanda görecek; üzüldüğünüze üzüleceksiniz!

Bu aydınlık simaları daha önce niye tanımadım diye, turnikeye geç girdiğinize üzüleceksiniz.Sonra üzüntü ve streslerinize yeni anlamlar yükleyeceksiniz. Üzüntüsüz yaşama sanatını kitaplardan alıp, gerçek hayat tuvalinde, rengarenk tebessüm kalemlerinizle, desen desen çizerek göstereceksiniz. On yıl kadar yataktan kalkmadan, hastalığa sabreden Hz.Eyyüb gibi, bin yıl milletini irşad etmek için sabırla koşup duran, üzüntüsüne asla yenilme yen Hz.Nuh gibi, siz de bir sabır kahramanı olabilir ve meleklerden alkış alabilirsiniz

f) İlahi vuslat için sabır. Ne zaman! arayışıyla Mevlana gibi Şeb-i Arus'u kollama, Dertli Tercüman'ın dediği gibi güvercinden bir tüy alıp TULU'A ulaşma'yı beklemeye sabır.

<span style="color:#ff0000;"><strong>KİBİR</strong></span>

Bir arama motoru gibi Kur’an, insanın bütün duygu ve düşüncelerinin haritasını ve yönetim rehberliğini verir

İnsan, varlıklar içinde duygu yumağı olan tek varlıktır. Bu çok yönlülüğü, Allah’ın sayısız isimlerine doğrudan ve en kapsamlı bir ayna oluşun- dandır. Allah’ın subuti (benzerlerinin insana da verildiği) sıfatlarına mazhar olmasının sonucu olarak, onur ve kibir konusunda da hissesine düşeni almıştır. Kibir duygusu sadece meleklerde yoktur. Dışındaki insan ve cin varlıkta görülür. Beden dillerine bakıldığında hayvanlarda da benzer davranışların sergilendiğini gözlemlesek de, iradesiz olduklarından sorumlu değillerdir.

Kibir büyüklük demektir. Kendini büyük görme, başkalarından üstün tutma anlamında manevi bir hastalığa isim olmuştur. Aslında Allah’ın bir ismi olarak, Kur’an’da “Kebir’ ismi sıkça geçmektedir. Peygamberimiz de (manası Allah’dan, sözleri Peygamberi mizden olan) kudsi bir hadiste Allah’ın “Kibriyam benim Ridamdır” dediğini nakleder. Nur da Allah için hıcab-örtü olarak adlandırılır.

Kibir, diğer olumsuz duygular içinde en ölümcül olanıdır denebilir. Mahkemelerde görülen davalar içinde; korkutma, tokat atma, yaralama gibi hafif sayılabilecek suçların yanında, kasten-azmederek adam öldürme gibi bir şey!..Kibir, eli kanlı baş vicdan katili sayılabilir.

Bu hastalığa yakalanan insan (Narsizm), yaratılmışlığını, acizliğini ve fakirliğini kesinlikle görmek istemez, vicdanı kör eder. Bu da yaratıcısıyla arasındaki tüm bağlantıları koparması anlamına gelir. Kibir, kalbi ezer geçer, yüce duyguları boğazlar, güzel düşüncenin nefesini keser, insanlarla olumlu iletişimi ve diyalogu dinamitler. Kısaca kibir, insanın, hem yaratanla hem de yaratılanla ilişkilerini koparması, egosunu her şeyin üstünde tutması anlamına gelmektedir.

Kibirli insanın yaşam kuralları kendi tarafından belirlenir. O kendi benlik yasalarını oluşturmaktan büyük keyif alır. Şeytan ve Firavun gibi…

Kibrin ne anlama geldiğini en iyi şekilde, Kur’an’daki, ayet ayet canlı tablolardan anlayabiliriz:

Kibir, büyük olma ve büyük görünme ise şayet, buna en çok layık olan Allah’dır. Nitekim bu her gün minarelerden beş kez, namazlarda defalarca, “Allahü Ekber” lafzıyla ilan edilmektedir. Ve bu büyük tanımayı, Allah istemektedir (17/111,22/37, 74/3) Aslında bunun istenmesi de insanın büyüklük kazanması içindir. Bir damlanın kendi adına büyüklüğünü düşünün bir de denizle beraber olunca büyüklüğünü!..

İnsan kainatla denk varlık diyoruz. Ama bu büyüklüğe ulaşabilmesi için, kainatın “Kebir” olan Yaratıcısının büyüklüğü karşısında küçüklüğünü itiraf etmesi, kibrini secde örs-çekiciyle eritmesi gerekiyor. O zaman insan öyle bir büyüklük kazanır ki, büyük görünen nice devler, onun yanında çok küçük kalırlar. Allah’tan kopan hiç kimse büyük olamaz!..Nuh Peygamberin dediği gibi:”Ne oluyor size? Allah’a büyüklüğü yakıştıramıyor musunuz?” (71/13). Demek ki Allah’a yakıştırılmayınca kendilerini kibirle büyük yapmaya çalışıyorlar. Ya da kendilerini büyük gördüklerinden, büyüklüğü Allah’a yöneltmek istemiyorlar.

Kibrin ilk temsilcisi şeytan, kibri, varlığının aslı ve özü olarak benimsemiş onunla bütünleşmişti. Bu duygusunun hortlamasına sebep olan şey, Adem’in göz kamaştırıcı donanımlarla ortaya çıkması karşısında, kıskançlık damarlarının kabarmasıydı. Adem’den üstün olduğunu Allah’a karşı ilan etti, ardından da secde etmemekde direndi. Allah, secde etmeme sebebinin, kibir olup olmadığını ve kendisinin yüce bir varlık olup olmadığını sordu.

Şeytan öncelikle Ademin topraktan beni de ateşten yarattın diyerek güya Allah’ın yaratıcılığını kabul etmiş olduğunu göstermiş fakat, beni üstün olarak yaratan asıl sensin demeye getirmiştir.

Allah’ın sorusunu reddetmez; bu kabul anlamına gelir. Zaten cevabı da bunu teyit eder. “Ben ondan üstünüm” diyerek örtülü biçimde kibrini iti raf etmiş olur (38/75-76) Bunun doğal sonucu da kafirlerden olma hükmünün verilir (2/34). Şeytanın cennetten, aşağılanmış olarak kovulmasının temelinde bu kibri ve büyüklenmesi bulunmaktadır (7/13, 38/74).

Kibrin filizlenmesinde, ortaya çıkmasında ve insanı azmanlaştırmasında en etkili sebep, nefistir. Nefsin alışageldiği, tutkunu olduğu ve hoşuna giden şeylerin terk edilmesinin istenmesi karşısında yaşadığı çelişki ve iç çatışmasıdır. Ki bunun ilk çarpıcı örneği şeytanda görürüz.

Her Peygamber bilindiği gibi, inanç ilkeleriyle gelmiş ve ahlak adına bazı taleplerde bulunmuşlardır. Ancak her peygamber, toplumlarının, nefis hesabına edindikleri alışkanlıklarıyla daima ters düşmüş, mücadele etmek zorunda kalmışlardır. O kadar ki, nefislerini savunma adına kibir silahına sarılan kimi toplumlar, yalanlamakla kalmamış canavarlaşarak peygamberi öldürmekten çekinmemişlerdir (2/185).

Kibir, duygu ve düşüncenin denge ve ölçüsünü bozar. Eşyaya doğru bakmayı ve olayları doğru okumayı engeller. Ayeti okuduğumuzda bunu açıkça görebiliriz. Kibir, doğru olanla insanın arasında kesif bir perde gibi inmektedir. Gerçeğin kanıtları ortada olmasına rağmen, gizli bir manyetik benlik gücü, sanki onu ona ulaşmaya engel olmaktadır. Yüzünü hep yanlış yollara çevirmektedir.

Kibir, Allah’ın hem Kur’an ayetlerini hem kainattaki ayetlerini hem de insanla ilgili sosyolojik ve psikolojik gerçeklerini görmesi ne mani olmaktadır (7/146). Sözgelimi “Psikolojik pek çok rahatsızlığın kökeninde, inanç eksikliği, Allah’ı tanımama, ibadeti eksikliği, ahlaki gevşeklik bulunmaktadır. Bu yüzden ilaçlı tedavinin yanında iman ve ibadet konuları da işlenmelidir” tezini, pek çok insan savunduğu halde, kibirlerini aşamamış kimi insanlar buna kulak asmazlar. Çareyi sadece ilaçlarda ve sözüm ona acıları unutturan içkilerde, eğlence ve zevk dünyalarında ararlar, “Kafana takma eğlenmene bak” derler…

Kibir, resmen bir duygu ve düşünce özürlülüğüdür. Çünkü hem Yaratıcı ile hem de yaratılanlarla seviyeli bir iletişim kurma niyetinden ciddi bir mahrumiyet söz konusudur. Bunun sonucu olarak da ölçülü ve dengeli bir aklı yürütmek,yargıya varmak ve olumlu davranışlar beklemek de imkansızdır.

Bu düşünceyi doğrulayacak bir başka olay: Müşrikler, Peygamberimiz ve getirdiği mesajlarla ilgili karar vermek üzere toplanmışlardı. Çünkü okunan ayetler, aklı başında olan her insanı etkileyecek güçte ve içerikte idi. Kahin , şair, yalancı, mecnun gibi öneriler kabul görmedi ve sonunda Velid b. Mugire, derin derin düşündükten ve oldukça zorlandıktan sonra, sihirbaz demeyi uygun buldu.

Kur’an, bilgisi, serveti, nüfuzu, otoritesi olan bu inatçı adamın, son karar noktasının kibir olduğunu söylüyor. Çünkü ne duygusal açıdan ne de fikir açısından konuya yüklenecek hiç bir mantıklı ve olumsuz bir anlam bulamadılar. Kur’an, o şahsın dört-beş kez derin düşündüğünü, çok kötü ölçüp biçtiğini, adeta kaçamak bir yol arar gibi sıkıntı çektiğini, kıvrandığını, mimiklerine varıncaya kadar tasvir etmektedir. Fakat o, ne kalbini ne de aklını dinle meye niyetlidir. Kibir putu karşısına dikilmiş kaş çatıp surat asmış, onu tahrik etmektedir.

Ve kibir, genellikle insana yalancı, şişirilmiş, suni bir cesaret ve üstünlük duygusu kazandırır. O da öyle yapar ve kararını açıklar: Bu olsa olsa bir sihir olabilir! İşte benliğini aşamamış, aklını ve kalbini kaybetmiş bir kibir özürlüsü!..Doğrusu, fani dünyada, bir gün gömlek gibi çıkarıp atacağımız şu bedenin özürlüsü olarak yaşamak, sonsuz hayatı yok edecek bir vicdan ve beyin özürlüsü olarak yaşamaktan çok daha iyidir. Anlaşıldığı gibi, kibirli insanın duygu ve düşünce yönetiminde, ölçü ve dengeyi sağlaması oldukça zor görünüyor.

Kibir, bilince ve vicdana giden yolları tıkar, bloke eder. Göz görmez, kulak işitmez, beyin düşünmez olur. Üç beş yıl, elli-yüz yıl değil, Nuh Peygamber bir milenyum boyunca, bin yıl durmadan, hem de gece gündüz anlatmış fakat karşısına hep kibir duvarını örmüşlerdi. Peygamber ne zaman ağzını açsa, kibir şartlanmışlığı içinde, hemen kulaklarını tıkıyorlardı; beynimiz de kalbimiz de sana kapalı demeye getiriyorlardı (71/7) Nuh’un oğlu bile dev dalgaları aşabileceğini zannetmiş fakat kibrini aşmamıştı (11/43).

Kibir, insanlara daima yukardan baktırır ve küçük gördürür. Bu kendini büyük görmenin doğal bir sonucudur. Bir büyük varsa bir de küçük olacaktır. Sınıf ve tabaka ayrımı ortaya çıkacaktır. Özellikle peygamberlere çevresindeki ayak takımını, fakir ve zayıfları uzaklaştırması teklifinde bulunmuşlardır (11/27).

Kibir, yeteneklerin, bilginin, servetin ve otoritenin büyüklüğüyle orantılı olarak büyüklenmeye götürebilir, gelişebilir ve insanı baştan çıkartabilir. Bunun en çarpıcı örneğini de Kur’an’da görüyoruz. Tıpkı şeytan gibi firavun da, bu dört temel konuda sahip olduklarına bakarak öylesine büyüklenmişti ki, büyüklükte sınır tanımamış, kendini tanrılığa layık görmüş; “kendimden başka ilah tanımam” diyerek işi Musa’nın tanrısını düelloya davet etmeye kadar vardırmıştı.

Ne var ki büyüklenmekle kendilerine zulmettiler ve denizde boğulmakla peşin cezalarını çekmekten kurtulamadılar (28/37-38). Aynı dönemde servetiyle çalım satan, böbürlenen Karun da benzer yoldaydı; Bilgisini ve servetini, kibir duygusunu beslemekte kullanmış olmalı ki: ”Bu serveti bilgimle kazandım” demiş kibirlenmişti. Kalbini boş bırakmış, kasalarını mücevherlerle doldururken, iman cevheri yerine kalbini kibirle doldurmuştu. (40/56) Çevresindeki, hayra hizmet taleplerine hep kulak tıkamıştı. Servetiyle birlikte o da, tevazûnun yeri olan toprağa karıştı gitti (28/76-81).

&nbsp;